1.
oturup kendi tecrit hücremde
düşünüyorum
konuşuyorum
kendi kendime
kendimle
duyuyorum
atışını kalbimin parmak ucumda
avuç içimde
gözlerim kan çanağı
soruyorum
kendi kendime
ben miyim bu?
tanımıyorum
kendimi
kendi tecrit hücremde
fısıldıyorum
eskiden bildiğim bir kelimeyi
ben olmaktan uzaklaşıp artık
kendim
oluyorum
yürüyorum
koşuyorum
duruyorum
nefes nefese
2.
bir damla mürekkep gibi
suda
pespembe
akarken ben tıpkı bir nehir gibiyim
menderesler çizerim
yılankavi
kirliyim
taş
toprak
ve pislik adına
ne varsa
sürükledim
gidiyorum
3.
sarı
yeşil
turuncu
pembe
mavi beş
rengi
benim
dünyamın
sevmiyorum; ama olmuyor onlarsız da
renksiz
dünyamın
beş
rengi
onlar
buzun ışıltısına gizledim
her birini
orada buldum
bal köpüğünde
yeşil
pembe
sarı
turuncu
mavi
bir delinin hayal evi
4.
Ve dört
ve son
perde
kapanıyor artık
kraliçeye döndü
işçi arı
karınca
nasıl öleceksem ben
iğnemdeki zehri akıtınca
nasıl çalıştıysam ben
doldurmak için ambarı
bir tutam bal için
yaz kış
ve günü geldiğinde nasıl
öleceksem
senin uğruna
yapar mıydın sen de aynısını
dönüşür müydün hiçe?
ve sustu kraliçe
*Salak blog şekilli kabul etmiyor :P Word'de daha güzeldi efendim :P
22 Aralık 2009 Salı
Ağlamak
Ağlamak
Sağ elimi usulca karnıma koyuyorum. Kalbi henüz atmıyor; ama onun orada olduğunu bilmek bile acımı hafifletmeye fazlasıyla yetiyor. Bunu biraz da ironik buluyorum, aslına bakarsanız. Bu acının sebebi olarak seni gösterebilirler ufaklık; ama kulak asma.
Suçlu biri var mı? Belki de yok. Babasının, ki emin olun, bu onun adını son anışım, da acı çektiğine eminim. Pişmandır, ona da eminim. Ama suçluluk çok büyük bir kavram. Hiç kimseyi o şekilde yaftalayamam. Hele de bir zamanlar –geçen hafta- sevdiğim adamı.
Bildiğim tek şey, benim biraz daha şanslı olduğum. Elimde bir bavulla bilinmeye gidiyor olmama rağmen; onun asla sahip olamayacağı bir avantajım var benim: Ben bir anneyim.
Anne dendiğinde sizin aklınıza ne gelir, bilmiyorum. Benim gözlerimin önünde biraz şehvetle, biraz da muzipçe kıvrılmış, küçük ve mutlaka kırmızıya boyanmış dudaklar gelir. Annemi böyle hatırlıyor olmam bir haksızlık belki de. Çoğu insan gibi hatırlamak ister miyim onu? Gözünün etrafındaki kırışıklarla, ya da sülaleye nam salmış lezzetli çorbasıyla mı hatırlamalıyım annemi?
Her sabah tuvalet masasının önüne oturup kırmızı rujumu sürmek annemi yâd etmek demektir benim için. Belki de bir dinî ayin. On beş yıldır her sabah orada oturur ve rujumu sürerim. Tonu bile değişmez kırmızının. Annem de değiştirmezdi. Avon’un o sabit kırmızısı bir put gibi dudaklarımdadır on beş yıldır.
Ömrüm boyunca annemi dudaklarında hep kırmızı rujla gördüm. Liseden mezun oluşumda, dayımın düğününde; elma yeşili elbisesini giydiğinde; ya da mavi farını sürdüğünde… hep kırmızıydı dudakları. Çok da yakışırdı ona. “Neden?” diye sormuştum ona. “Ruj adı gereği kırmızı olur.*” diye cevaplamıştı beni.
Sanırım bu soruya alışıktı. Ama doğru söylemediğini biliyordum. Öylesine masalsı bir ikona böyle bir cevap, cılız gelmişti bana.
Gidişim de cılız geliyor bana, doğrusunu isterseniz. Şöyle bardaktan boşanırcasına yağmur yağmalı; iliklerime dek ıslanmalıydım. Elimdeki bavul su ile ağırlaşmalı; arkamdan bakanlar hüzünlenmeliydi benim için.
Onun yerine sıcaktan bunalmış bir halde yürüyorum. Yalnız olsam oflayıp puflardım; ama omurgamı dikleştirmiş bir şekilde yürümeye gayret ediyorum, çünkü kırmızı gururu bunu gerektiriyor.
Kollarıyla çıplak bedenimi sarıyor bir hamlede. Sımsıkı sıkıyor beni. Göğüsleri göğüslerime kavuşuyor, dudaklarını boynuma bastırıyor. Bir şeyler yapmak ihtiyacında hissediyorum kendimi. Ellerim saçlarını buluyor.
Benimkilerse havada pervasızca dans ediyor.
Çırılçıplağız ve dünyada ikimizden başkası yok. Ne zihnimde var başkası; ne de nefes alan, yürüyen, konuşan herhangi bir şey umurumda. O benim, ben de o… Birbirimize aidiz.
Dudakları benimkileri buluyor.
Yatağın ucunda oturmuş, annemin ellerini tutuyorum. Gözlerini bana dikmiş bakıyor. Hastalığı onu çok zayıf düşürmüş. Gözlerinin altı halka halka. Saçlarının çoğu dökülmüş. Geride kalanlar ise o eski, gür ve parlak hallerinden çok uzaktalar.
Konuşamıyor. Susuzluktan çatlamış dudakları uçuk pembe ve bu bana tuhaf geliyor. Ömrüm boyunca onları kırmızıdan başka bir renkte görmemişim ki… Şimdi, serum şişesine bağlı sağ elini kaldırıp rujunu süremiyor; annemin bu acizliğiyse benim canımı yakıyor.
Sol elini usulca benim elimin üzerine koydu ve iki parmağıyla elimi okşadıktan sonra elini dudaklarına götürdü.
—Sürmemi mi istiyorsun?
Gözlerini yumdu. Kalorifer peteğinin üzerinde duran çantamı aldım ve karıştırarak ruju aramaya başladım. Üç dakika sonra, elimde rujla annemin hasta yatağının başına döndüm.
Gözleri hâlâ kapalıydı.
Gerisini hatırlayamıyorum. Sadece ölüm döşeğindeki annesinin son isteğini yerine getirememiş bir kadının hissettiklerinden çok farklıydı benim hissettiklerim. Bu kadının yaşadığı gibi mutlu ölmesini sağlayamamıştım; buydu hepsi.
Belki de Avon kırmızısını bu denli putlaştırmamın sebebi buydu. Bana can veren kadın, ondan uzak kaldığı tek gün, can vermişti. Üstelik kendimi o halde görmek, kırmızıdan yoksun bir şekilde ölmek istemiyordum. Doğmamış kızıma vasiyetim bu olacak.
Babasının istemediği kızım…
O sabah, yani rahmimde bir çiçeğin açmakta olduğunu öğrendim sabah, tıpkı diğer her sabahta yaptığım gibi dudağıma kırmızı rujumu sürmüştüm. Tıpkı annem gibi süsten, takı takmaktan fazla hoşlanmazdım.
Zaten kırmızı süs değildi.
Henüz emin olmasam da, içimde bir yerlerde, çekinik bir çiçeğin kırmızı taç yapraklarını sıralayarak süslenmekte olduğunu hissediyordum. Narin bir gelincik, vahşi bir orkide, ya da nazlı bir karanfil… Her geçen saniye, kızım büyüyordu.
Kızım…
Nar çiçeğim…
Bir şarkı mırıldanıyorum. Kulaklarımda birkaç nota çınlıyor. Arkamdan bakmakta olduğunu biliyorum.
Ağlamak istiyorum.
Annemin de beni izlediğini bilmeseydim belki de ağlardım.
Aslında üç kişi çıkmıştık bu yola.
Gökte anne, yolda kız, rahimde torun… Üç kişi gidiyorduk. Yüreğimizi arkada, babanın elinde bırakmıştık.
Ve doğru düzgün ağlayamıyorduk bile.
Dudaklarını kulağıma yaklaştırıyor. Sakalları yanağıma batarken o ıslak bir nefesle fısıldıyor:
—Ondan kurtul…
Gözlerimi kırpıyorum.
Gece soğuk ve rüzgarlı.
Yıldızlar etrafımda tavaf ediyor, içimde büyüyen nar çiçeğime secdeye duruyorlar; ama babası onu istemiyor.
Bavulumu toplarken çerçevedeki resmimizi bırakıyorum. Onunla ilgili hiçbir şeyi yanımda istemiyorum. Aldığı hediyeler de kalıyor. Yarın bambaşka bir gün olacak.
Bundan sonraki hayatımın ilk günü…
Yorganın altında bir cenin gibi kıvrılıyorum. Nefesimin yarattığı sıcak beni boğuyor. Saçlarım yanıyor. Bebeklerinin büyüdüğünü tahmin ettiğim gözlerimi sımsıkı yumuyorum.
Düşünmek istemiyorum.
Korkuyorum.
Dudaklarıma rujumu sürüyorum.
—Gidiyorum.
Sarıya çalan, bal rengi gözleriyle beni süzüyor. Bakışlarında anlayamadığım; ama beni kızdıran bir şeyler - acı, nefret, şaşkınlık, umursamazlık- var.
—Bunu yapmak zorunda değildin…
—Zorundaydım.
—Bir geleceğimiz olabilirdi.
—Biliyorum. Ama benim yine de bir geleceğim olacak.
—Babasını sorduğunda ne diyeceksin?
—Bilmiyorum. O zamana daha çok var, nasılsa bir şey bulurum.
Parmaklarımın ucunda dönüyor ve kapıya yürüyorum.
Sol elimde bavulum, sağ elimle tırabzanlara tutunarak taş basamakları birer birer inmeye başlıyorum. Birden, üç kat yukarıdan haykıran sesi geliyor kulaklarıma.
Adımı sesleniyor.
—Seni seviyorum.
Nefes nefese...
Bunun için artık çok geç.
—Ondan hâlâ kurtulabilirsin… Hâlâ birlikte olabiliriz.
Olamayız…
Tozlu, uzun yola geldiğimde hâlâ peşimden geliyor.
Elimde bavulum, kızımla birlikte gidiyorum.
Nar çiçeğimle…
Ve ağlayamıyorum, çünkü kırmızı, gururu gerektiriyor.
Çünkü annem beni izliyor.
Üstelik, bir anne olarak, benim de bundan sonra hareketlerime dikkat etmem gerekiyor.
Ama direnmek zor ve her şey istediğin gibi olmuyor.
O küstah ve ıslak damla yuvarlanıyor gözlerimden…
Ağlamak
biraz gururlu, biraz buruk
kanıtlamak
demek hâlâ insan olduğunu
biraz yaralı, biraz kırık
haykırmak
demek şu dünyaya ruhunu
ağlamak
öfkeyle, nefretle, aşkla
kederle, inatla ve hâlâ
var olmak demek her şeye rağmen
şu gelip geçici dünyada
sıralayarak taç yapraklarını tek tek
giderek açmakta rahimde bir çiçek
onun uğruna
vazgeçmek
hayatından
ve ağlamak doya doya
kırmızı bir ruj
dudaklarımda
annemin adına
bir damla yaş gözlerimden
babaya elveda…
*rouge: Fransızca’da kırmızı
* Şiirin sezen aksu'dan devşirme olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok :P hebele hübüle
“ağlamak güzeldir
süzülürken yaşlar gözünden sakın utanma”
Sağ elimi usulca karnıma koyuyorum. Kalbi henüz atmıyor; ama onun orada olduğunu bilmek bile acımı hafifletmeye fazlasıyla yetiyor. Bunu biraz da ironik buluyorum, aslına bakarsanız. Bu acının sebebi olarak seni gösterebilirler ufaklık; ama kulak asma.
Suçlu biri var mı? Belki de yok. Babasının, ki emin olun, bu onun adını son anışım, da acı çektiğine eminim. Pişmandır, ona da eminim. Ama suçluluk çok büyük bir kavram. Hiç kimseyi o şekilde yaftalayamam. Hele de bir zamanlar –geçen hafta- sevdiğim adamı.
Bildiğim tek şey, benim biraz daha şanslı olduğum. Elimde bir bavulla bilinmeye gidiyor olmama rağmen; onun asla sahip olamayacağı bir avantajım var benim: Ben bir anneyim.
Anne dendiğinde sizin aklınıza ne gelir, bilmiyorum. Benim gözlerimin önünde biraz şehvetle, biraz da muzipçe kıvrılmış, küçük ve mutlaka kırmızıya boyanmış dudaklar gelir. Annemi böyle hatırlıyor olmam bir haksızlık belki de. Çoğu insan gibi hatırlamak ister miyim onu? Gözünün etrafındaki kırışıklarla, ya da sülaleye nam salmış lezzetli çorbasıyla mı hatırlamalıyım annemi?
Her sabah tuvalet masasının önüne oturup kırmızı rujumu sürmek annemi yâd etmek demektir benim için. Belki de bir dinî ayin. On beş yıldır her sabah orada oturur ve rujumu sürerim. Tonu bile değişmez kırmızının. Annem de değiştirmezdi. Avon’un o sabit kırmızısı bir put gibi dudaklarımdadır on beş yıldır.
Ömrüm boyunca annemi dudaklarında hep kırmızı rujla gördüm. Liseden mezun oluşumda, dayımın düğününde; elma yeşili elbisesini giydiğinde; ya da mavi farını sürdüğünde… hep kırmızıydı dudakları. Çok da yakışırdı ona. “Neden?” diye sormuştum ona. “Ruj adı gereği kırmızı olur.*” diye cevaplamıştı beni.
Sanırım bu soruya alışıktı. Ama doğru söylemediğini biliyordum. Öylesine masalsı bir ikona böyle bir cevap, cılız gelmişti bana.
Gidişim de cılız geliyor bana, doğrusunu isterseniz. Şöyle bardaktan boşanırcasına yağmur yağmalı; iliklerime dek ıslanmalıydım. Elimdeki bavul su ile ağırlaşmalı; arkamdan bakanlar hüzünlenmeliydi benim için.
Onun yerine sıcaktan bunalmış bir halde yürüyorum. Yalnız olsam oflayıp puflardım; ama omurgamı dikleştirmiş bir şekilde yürümeye gayret ediyorum, çünkü kırmızı gururu bunu gerektiriyor.
Kollarıyla çıplak bedenimi sarıyor bir hamlede. Sımsıkı sıkıyor beni. Göğüsleri göğüslerime kavuşuyor, dudaklarını boynuma bastırıyor. Bir şeyler yapmak ihtiyacında hissediyorum kendimi. Ellerim saçlarını buluyor.
Benimkilerse havada pervasızca dans ediyor.
Çırılçıplağız ve dünyada ikimizden başkası yok. Ne zihnimde var başkası; ne de nefes alan, yürüyen, konuşan herhangi bir şey umurumda. O benim, ben de o… Birbirimize aidiz.
Dudakları benimkileri buluyor.
Yatağın ucunda oturmuş, annemin ellerini tutuyorum. Gözlerini bana dikmiş bakıyor. Hastalığı onu çok zayıf düşürmüş. Gözlerinin altı halka halka. Saçlarının çoğu dökülmüş. Geride kalanlar ise o eski, gür ve parlak hallerinden çok uzaktalar.
Konuşamıyor. Susuzluktan çatlamış dudakları uçuk pembe ve bu bana tuhaf geliyor. Ömrüm boyunca onları kırmızıdan başka bir renkte görmemişim ki… Şimdi, serum şişesine bağlı sağ elini kaldırıp rujunu süremiyor; annemin bu acizliğiyse benim canımı yakıyor.
Sol elini usulca benim elimin üzerine koydu ve iki parmağıyla elimi okşadıktan sonra elini dudaklarına götürdü.
—Sürmemi mi istiyorsun?
Gözlerini yumdu. Kalorifer peteğinin üzerinde duran çantamı aldım ve karıştırarak ruju aramaya başladım. Üç dakika sonra, elimde rujla annemin hasta yatağının başına döndüm.
Gözleri hâlâ kapalıydı.
Gerisini hatırlayamıyorum. Sadece ölüm döşeğindeki annesinin son isteğini yerine getirememiş bir kadının hissettiklerinden çok farklıydı benim hissettiklerim. Bu kadının yaşadığı gibi mutlu ölmesini sağlayamamıştım; buydu hepsi.
Belki de Avon kırmızısını bu denli putlaştırmamın sebebi buydu. Bana can veren kadın, ondan uzak kaldığı tek gün, can vermişti. Üstelik kendimi o halde görmek, kırmızıdan yoksun bir şekilde ölmek istemiyordum. Doğmamış kızıma vasiyetim bu olacak.
Babasının istemediği kızım…
O sabah, yani rahmimde bir çiçeğin açmakta olduğunu öğrendim sabah, tıpkı diğer her sabahta yaptığım gibi dudağıma kırmızı rujumu sürmüştüm. Tıpkı annem gibi süsten, takı takmaktan fazla hoşlanmazdım.
Zaten kırmızı süs değildi.
Henüz emin olmasam da, içimde bir yerlerde, çekinik bir çiçeğin kırmızı taç yapraklarını sıralayarak süslenmekte olduğunu hissediyordum. Narin bir gelincik, vahşi bir orkide, ya da nazlı bir karanfil… Her geçen saniye, kızım büyüyordu.
Kızım…
Nar çiçeğim…
Bir şarkı mırıldanıyorum. Kulaklarımda birkaç nota çınlıyor. Arkamdan bakmakta olduğunu biliyorum.
Ağlamak istiyorum.
Annemin de beni izlediğini bilmeseydim belki de ağlardım.
Aslında üç kişi çıkmıştık bu yola.
Gökte anne, yolda kız, rahimde torun… Üç kişi gidiyorduk. Yüreğimizi arkada, babanın elinde bırakmıştık.
Ve doğru düzgün ağlayamıyorduk bile.
Dudaklarını kulağıma yaklaştırıyor. Sakalları yanağıma batarken o ıslak bir nefesle fısıldıyor:
—Ondan kurtul…
Gözlerimi kırpıyorum.
Gece soğuk ve rüzgarlı.
Yıldızlar etrafımda tavaf ediyor, içimde büyüyen nar çiçeğime secdeye duruyorlar; ama babası onu istemiyor.
Bavulumu toplarken çerçevedeki resmimizi bırakıyorum. Onunla ilgili hiçbir şeyi yanımda istemiyorum. Aldığı hediyeler de kalıyor. Yarın bambaşka bir gün olacak.
Bundan sonraki hayatımın ilk günü…
Yorganın altında bir cenin gibi kıvrılıyorum. Nefesimin yarattığı sıcak beni boğuyor. Saçlarım yanıyor. Bebeklerinin büyüdüğünü tahmin ettiğim gözlerimi sımsıkı yumuyorum.
Düşünmek istemiyorum.
Korkuyorum.
Dudaklarıma rujumu sürüyorum.
—Gidiyorum.
Sarıya çalan, bal rengi gözleriyle beni süzüyor. Bakışlarında anlayamadığım; ama beni kızdıran bir şeyler - acı, nefret, şaşkınlık, umursamazlık- var.
—Bunu yapmak zorunda değildin…
—Zorundaydım.
—Bir geleceğimiz olabilirdi.
—Biliyorum. Ama benim yine de bir geleceğim olacak.
—Babasını sorduğunda ne diyeceksin?
—Bilmiyorum. O zamana daha çok var, nasılsa bir şey bulurum.
Parmaklarımın ucunda dönüyor ve kapıya yürüyorum.
Sol elimde bavulum, sağ elimle tırabzanlara tutunarak taş basamakları birer birer inmeye başlıyorum. Birden, üç kat yukarıdan haykıran sesi geliyor kulaklarıma.
Adımı sesleniyor.
—Seni seviyorum.
Nefes nefese...
Bunun için artık çok geç.
—Ondan hâlâ kurtulabilirsin… Hâlâ birlikte olabiliriz.
Olamayız…
Tozlu, uzun yola geldiğimde hâlâ peşimden geliyor.
Elimde bavulum, kızımla birlikte gidiyorum.
Nar çiçeğimle…
Ve ağlayamıyorum, çünkü kırmızı, gururu gerektiriyor.
Çünkü annem beni izliyor.
Üstelik, bir anne olarak, benim de bundan sonra hareketlerime dikkat etmem gerekiyor.
Ama direnmek zor ve her şey istediğin gibi olmuyor.
O küstah ve ıslak damla yuvarlanıyor gözlerimden…
Ağlamak
biraz gururlu, biraz buruk
kanıtlamak
demek hâlâ insan olduğunu
biraz yaralı, biraz kırık
haykırmak
demek şu dünyaya ruhunu
ağlamak
öfkeyle, nefretle, aşkla
kederle, inatla ve hâlâ
var olmak demek her şeye rağmen
şu gelip geçici dünyada
sıralayarak taç yapraklarını tek tek
giderek açmakta rahimde bir çiçek
onun uğruna
vazgeçmek
hayatından
ve ağlamak doya doya
kırmızı bir ruj
dudaklarımda
annemin adına
bir damla yaş gözlerimden
babaya elveda…
*rouge: Fransızca’da kırmızı
* Şiirin sezen aksu'dan devşirme olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok :P hebele hübüle
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)