3 Şubat 2011 Perşembe

bir duyuru

biliyorum, bu blog yıllar önce açılmış ve hemen hiç kullanılmamıştı.

her neyse; bundan böyle aktif kullanacağımı duyurmak istedim.. =)

26 Ocak 2011 Çarşamba

Siyah & Beyaz 2011




siyah & beyaz



Bu gün Caner’deyiz, unutma.” dedi Ağca, telefonunu kapatmadan önce.
Gözlerinin üstüne dek inen, uzun, siyah saçları vardı. Gözündeki güneş gözlüğü gün ışığıyla parlıyordu. Uçuk mavi kareli desenleri olan kısa kollu beyaz bir spor gömlek ve lacivert kot pantolon giymişti.
Okul kafeteryasında bacak bacak üstüne atmış, oturuyordu. Kız arkadaşını beklerken krem rengi sneakerlarının bağcıklarıyla oynadı. Burcu’nun yaklaşmakta olduğunu görünce gözlüğünü kaldırdı.
Burcu’nun uzun, düz saçları yürüyüşünün yarattığı cereyanla açılmıştı. Elma yeşili yazlık bir elbise, aynı renkte topuklu ayakkabılar giymiş; üç sıra yeşil boncuklardan dizilmiş bir de kolye takmıştı.
Yan masada oturan kızlar Burcu geçerken onu süzmekten kendilerini alamadı.
Dersin bitti mi?” dedi kız yanına oturunca. Burcu'nun dudakları şuh bir edayla kıvrıldı.
Hayır; ama ekebilirim.” dedi kız, bir kaşını kaldırarak.
Sen geç, o halde.” Arabanın anahtarlarını Burcu’ya verdi. “Ben geleceğim.”
Hesabı ödedikten sonra dışarı çıktı. Gümüş renkli spor arabasının yanına geldiğinde Burcu’nun şoför koltuğuna oturduğunu gördü. Cama tıklattı. Cam açıldı. “Ne?”
Ağca güldü. Kalın dudakları vardı. “Sen mi süreceksin?”
Burcu başıyla onaylayınca içeri girdi.
Müzik aç.”
Ne istiyorsun?”
Bilmiyorum, kafana göre takıl işte.” Anahtarı döndürüp arabayı çalıştırdı.
"Cem Adrian’a ne dersin?”
Fazla yumuşak. O ağlak herifi hiç çekemeyeceğim şimdi. Hareketli bir şeyler koy.”


***


Deniz kendi kendine “Saat kaç olmuş?” diye mırıldandı. Gözlerini aralayıp başucundaki dijital saatin kırmızı rakamlarına baktı: sekiz yirmi altı.
Uyumadın mı?” diye sordu Caner, odaya girip. Saman sarı saçları vardı. Beline bir havlu sarmıştı, bir yandan da saçlarını kuruluyordu.
Uyuyamadım.” Ayağa kalkıp sevgilisine bir öpücük verdikten sonra eline geçirdiği bir tokayla sarı saçlarını topladı. “Ben de bir duş alsam iyi olacak.”
İstersen millet gelene kadar hızlı bir tane daha yapabiliriz.”
İşaret parmağını Caner’in dudağına dokundurdu. “Ne zaman gelecekler?”
Eren gelir birazdan. Bir iki şey almasını istemiştim.”
O zaman, ben duşa giriyorum. Bu arada, sakallarını kesme. Böyle daha iyiler.”
Kapı çaldığında Caner henüz kırmızı slibini yeni giymişti. Üzerine the Simpsons'lı t- shirt'ünü geçirdi ve kapıyı açmaya gitti.
Sen miydin?” dedi, Eren’in kızıl ve çilli yüzünü görünce. Oğlan yeşil gözlerini kırpıştırdı. “Poşeti ver bana. Gelsene.”
Caner mutfağa geçerken Eren de televizyonun karşısındaki koltuğa kuruldu. Kanallar arasında geçgeç yaparken Deniz içeri girdi.
“N'aber canım?”
“İyiyim ya. Senden?”
“Ben de iyi. Senin sınavın vardı değil mi bugün, nasıl geçti?”
“İyiydi, yaptık bir şeyler.” diye güldü Eren.
Diğerleri nerede kaldı acaba?”
Çiğdem’i alıp geleceklerdi.” dedi Eren. Kapı çaldığında gülerek ekledi. “İyi insan.”
Burcu kapıyı açtı ve iki kızla oğlanı içeri buyur etti.. Bir dakika sonra Caner elinde altı şişe birayla geldi. “Hoş geldiniz, millet.”
Kapı bir kez daha çaldı.
Başka gelecek mi vardı?” dedi Burcu, Caner’e dönüp. Caner “Yo!” dedi. “Kapıyı açıp baksana.”
Deniz kaşlarını çattı. “O sivilceliyi çağırmadın di mi?” dedi sevgilisine. “Sana çağırmamanı söylemiştim.”
Burcu kapıyı açmak için aralarından geçerken Caner “Çağırmadım,” dedi.
Kilitli.” dedi Burcu, kapı kolunu oynatmaya çalışarak. “Niye kilitledin ki?”
Ben kilitlemedim ki…”
Bu ne?” diye sordu Deniz. Gözüne girişteki gri renkli büyük bir zarf ilişmişti. Caner uzandı ve zarfı açtı. İçinden bir CD çıktı.
“Şunu taksana.”
Ağca en yakın arkadaşından CD’yi aldı ve televizyonun yanındaki müzik setine koydu. Hoparlörden cızırtılı bir ses duyuldu.
Kapıyı açamamış olmalısınız, değil mi?
Merak etmeyin, o kapı en nihayetinde açılacak. Eğer siz olayı kuralına göre oynarsanız tabi.
Size yirmi dört saat süre tanıyorum. Bu yirmi dört saatte, birbirinize söylediğiniz bütün yalanları düzeltecek, en derindeki sırlarınızı döküleceksiniz. Aksi takdirde, yarın gece saat dokuzdan itibaren saat başı birinizi öldüreceğim sevgili dostlarım.
Unutmayın, bana numara yapmaya çalışırsanız anlarım.
yi eğlenceler.”
Caner “Saçma,” diye güldü. Deniz ise zarfın içinden bir polaroid film çıkarttı ve Caner’e uzattı. Evin anahtarları…
***

Pencereler açılmıyor.” dedi Eren diğerlerinin yanına döndüğünde. Yüzünde çaresiz bir ifade vardı. Altılı evin dört bir yanına dağılmıştı; şimdiyse geri dönüyorlardı.
Açılsa ne değişirdi ki?” diye mırıldandı Ağca. “Onuncu kattayız.”
Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun?” diye tısladı Burcu, sevgilisine dönüp. “Telefonlar çalışmıyor, kapı pencere açılmıyor ve ölüm tehdidi alıyoruz.”
Birinin aptal bir şaka yaptığı belli, çünkü.”
Caner salona açılan kapıya yaslanmış, ellerini göğsüne kavuşturmuş, arkadaşlarına bakıyordu. Deniz mutfaktan çıktığında onu da sürükledi ve altı kişi küçük kahve masasının etrafına dizildiler. Eren kanepenin sağına oturdu; Ağca da onun yanına. Burcu hâlâ kızgındı; o yüzden masanın diğer yanındaki tekli koltuğa oturmayı tercih etti; Çiğdem ise Burcu’nun karşısına oturdu. Caner son kalan yere –Ağca’nın solu- sevgilisini yerleştirdikten sonra kendisi de bir sandalye aldı ve Burcu’yla Deniz’in arasına yerleşti.
Ne yapacağımıza bir karar vermemiz gerekiyor.” dedi Çiğdem. İnce, çocuksu bir yüzü vardı. Kumral saçlarını fazla uğraşmadan toplayıvermişti. Görünümüne uygun ve en az bir kız çocuğununki kadar tiz bir sesi vardı.
Ağca hâlâ gözünde olan güneş gözlüğünü çıkarttı ve “Saçmalıyorsunuz, var ya.” dedi. “Allah aşkına, her tarafa baktık, değil mi? Evde kimse yok ve içeride kilitliyiz. Birilerinin bizi öldürmesi size ne kadar mantıklı geliyor? Üstelik de saat başı birimizi. Hiçbirimize yakalanmadan bunu yapabileceğine aklınız kesiyor mu?”
Anahtarlarımı almış, abi.” dedi Caner. Başını ellerinin arasına almıştı ve yere bakarak konuşuyordu. “Hiçbirimiz fark etmedik.”
Ağca ağzını açtığında bir şıp sesiyle birlikte kahve masasının cam yüzeyine bir şey damladı. İki defa. Şıp… Şıp… Herkes başını kaldırıp yukarı baktı.
Burcu çığlık atarak koltuğuna yapıştı. Tavana kırmızı bir şeyle- muhtemelen kan- küçük bir çarpı işareti çizilmişti; hemen hemen bir insan kafası kadardı ve ısrarla damlamaya devam ediyordu.
Gıda boyası” dedi Deniz, işaret parmağını oluşan kırmızı gölcüğe batırıp ağzına götürdükten sonra. “Caner, mutfaktan bir şey getir de şunu silelim.”
Gıda boyası olması sorunu ortadan kaldırmıyor.” dedi Burcu, hâlâ kesik kesik nefes alıyordu. “Onu oraya nasıl çizmişler?”
Bu eve girdiği anlamına mı geliyor?” dedi Caner. Kanepenin üstüne çıksa bile boyunun tavana yetişemeyeceğini belliydi; onun yerine Ağca tavanı siliyordu. İçlerinde en uzun boyluları oydu.
Belki hep evdeydi.” dedi Ağca, bir yandan da bezi var gücüyle tavana sürtüyordu.
O ne demek oluyor?” dedi Çiğdem, Ağca’yı görmek için başını kaldırarak.
Bizim bilgimiz olmadan kimse içeri girip bunu yazamaz demek oluyor. Belki de bizden biridir.”
“Saçma.” dedi Çiğdem.
Bence değil.” dedi Eren, Ağca’ya hak vererek. Bu arada Ağca da yere inmişti, boyalı bezi götürmesi için Caner’e verdi.
En azından ciddi bir şeyler olduğunu görmüş olduk. Ne yapacağız?”
Oluşan ani sessizlik tiz bir bip sesiyle bozuldu. “Mesaj mı?” dedi Burcu, Deniz’e bakarak. “Hani telefonlar çekmiyordu?”
Çekmiyor zaten.” dedi Deniz. Ayağa kalktı ve raftan telefonunu aldı. “Bluetooth’la göndermişler. Şöyle yazıyor: Yaşamak için tek yapmanız gereken, oyunu kuralına göre oynamak.”
Kuralı ne?”
Dürüst olmak sanırım.”
Bu da,” dedi Ağca ayağa kalkıp “Teorimde haklı olduğumu gösteriyor. Biri kabul etmeden o not gelmezdi, değil mi?” Mutfağa gitti, bir iki dakika sonra elinde bir şişe birayla geri döndü. “Madem o halde biz de kuralına göre oynarız. Kim başlıyor?”
On yaşındayken oyuncak arabanı ben kırmıştım.” dedi Caner gülerek. Ağca bir kahkaha patlattıktan sonra yerine oturdu.
Ben hâlâ bu işten paçayı sıyırabileceğimizi düşünüyorum.” dedi Eren. Caner’e dönüp devam etti. “Kapıyı yumruklasan komşuların duymaz mı?”
Hayır. Bütün millet tatilde. Sadece üst katımdaki yaşlı kaçık duruyor; ancak onun da bir işe yarayacağını sanmıyorum”
Bence şu Bluetooth mesajına odaklanalım.” dedi Eren. Bu sefer Deniz’e bakıyordu. “Telefon adında ne yazıyor.”
Ah,” dedi Deniz. “Bu çok hoş, çünkü “Bir Dost” yazıyor.” Bir iki dakika sonra ekledi. “Ve her kimse şu anda Bluetooth’u kapalı.”
Berbat bir espri anlayışı var.”
O konuda hem fikiriz zaten.”
Düşündüm de,” dedi Çiğdem, donuk gözlerle sabit bir noktaya bakıyordu. “Belki de bu kötü bir şey değildir. En azından söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi söylemiş oluruz.”
Bunu söylemek ne kadar doğru bilmiyorum.” diye devam etti. Bakışları hâlâ donuktu. “Bu konuyu aştığıma inanmıştım. Ama, madem öleceğiz söylemeden ölmek istemiyorum. Eğer yaşayacaksan, bunun yükünden kurtulmuş oluruz.”
Herkes susmuş Çiğdem’e bakıyordu. Ağca birasından bir yudum aldı. Çiğdem ayağa kalktı ve Ağca’ya döndü. “Seni seviyorum.”
NE?”
Başka hiç kimsenin tek söz etmesine izin vermeden Burcu ayağa kalktı ve var gücüyle Çiğdem’e bir tokat attı. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Nefes nefese “Bir de en iyi arkadaşım olacaksın.” dedi.
En iyi arkadaşın olduğum için bu haldeyim zaten.” dedi Çiğdem, kızarmış yanağına dokunarak. “Yoksa bu halde olmazdım.”
Burcu bir tokat daha atmak için elini kaldırdığında Ağca sevgilisinin bileğini tuttu. Burcu geriye döndü ve “Ya” dedi başını hiddetle sallayarak. “Onunla yatıyorsun, değil mi? Beni onunla aldatıyorsun ve tüm bu işi kılıf olsun diye tezgahladın.”
Kendini fazla önemsiyorsun.” Burcu bileğini çekip kurtardı. “Beş para etmez herifin tekisin.” Çiğdem’e döndü ve ekledi. “Sen de öyle.”
Ben gidiyorum.”
Odayı boydan boya geçti ve açmak için kapıyı zorladı. “Lanet şey, açılmıyor.” Geri döndü. Zaten çoktan parladığı için pişman olmuştu. Aslında her şeye rağmen Ağca’dan daha iyisini asla bulamazdı.
Mutfaktan içeri göz attığında kısık bir sesle çığlık attı ve geriledi. Bir sehpaya çarpıp yere düştü. “Bir şeyin var mı?” dedi Ağca koşarak yanına gelirken.
Burcu başını salladı ve göz yaşları içinde mutfağı işaret etti: Kapıya asılmış ince bir sicimin ucunda kanlı bir bıçak tekinsizce sallanıyordu.
Kapıdan başka bir yerden görülmesi imkansızdı.” dedi Burcu titreyerek. Siniri bozulmuştu. “Benim gitmeye kalkacağını biliyor muydu?” Ağca’nın göğsüne kapanıp ağlamaya başladı; Ağca ise nasıl tepki vereceğini bilemiyor gibiydi. En sonunda sırtını okşamakla yetindi.
Bir ses daha duyuldu.
Bir mesaj daha mı?” diye sordu Eren, Deniz’e bakarak. Kız başını salladı. “Bana değil.”
Bana…” dedi ince bir ses. Ve telefonu Deniz’e uzattı.
İyi bir başlangıçtı.”
***
Havada keskin bir soğuk var. Gri bulut öbekleri kümelenerek gökyüzünü kapatmış; her an yağmur yağabilir. Ağaçlar yapraklarını dökeli çok olmuş, ölgün koruda hiçbir yaşam belirtisi yok.
Siyah saçlı, beyaz tenli bir çocuk, çamurlara bata çıka geliyor ve sırtını bir ağaca dayayarak yere oturuyor. Ergenliğe yeni girdiği belli, on üçünden fazla değil. Kirli ellerini cebine sokuyor.


****


“Birkaç saat uyusun.” dedi Ağca salona girerken. Çiğdem “Bir şey olmaz, değil mi?” diye sordu Ağca’ya. Oğlan kırmızı renkli koltuğa oturduktan sonra “Olmaz.” dedi. “Yirmi üç saat süremiz var daha.”
Katile güveniyor musun yani?”
Başka çaremiz mi var?”
Benim anlamadığım bir şey var.” dedi Caner. Mutfağında beliren bıçaktan sonra fevkalade rahatsız görünüyordu, yüzü kül beyazıydı. “Eğer tüm yalanlarını açıklayan buradan kurtulacaksa, bu evden sırayla çıkacağız demektir. Ama diğerlerine fark ettirmeden birimizi nasıl çıkarsın ki? Hem burada kimse diğerlerini arkada bırakıp çıkmayacaktır.” Eren sessizce başıyla onaylarken Caner devam etti. “Ya da bizi tek tek öldürmesine de müsaade etmeyiz. Ne yapacak, hepimizi aynı anda mı öldürecek?”
Evi yakabilir, havaya uçurabilir, bizi zehirleyebilir…”
Öyle bir şey yapmaz.” dedi Ağca, sanki çok bilinen bir şeyi dile getiriyormuşçasına. “Yoksa bu yaptığının bir mantığı olmaz. Dürüst olanla olmayana aynı muameleyi yapmaz, yani eğer bir şey yapacaksa.”
Başını çevirip koyu yeşil duvara asılmış saate baktı. Onu yedi geçiyordu. Herkes suskundu, saatin düzenli tik taklarını saymazsanız evde çıt çıkmıyordu.
Birkaç dakika sonra “Ne zaman oldu bu?” diye sordu Ağca. Çiğdem başını kaldırdı. Gelecek sorunun kendisine yönelik olduğunu hissetmişti. “Ne zamandır şeysin, yani bana karşı…”
Ben, şimdi bunu konuşmak istemiyorum.” dedi Çiğdem. Az önce yaşananların bir kez daha tekrar edilmesini istemiyordu.
Anlatmak zorundasın.” dedi Deniz. Bacaklarını karnına çekerek kanepenin üzerine tünemişti.
Hayır, değilim.” dedi Çiğdem. “Hiçbir erkek için Burcu’yu kaybetmek istemiyorum.”
Burcu uyuyor.” dedi Deniz. Çiğdem Ağca’ya baktı. Ağca bir şey söylemedi.
Bu konuyu çok düşündüm.” dedi Çiğdem. Gözünün kenarında bir damla yaş parladı ve zarif bir kavisle yanağından aşağı yuvarlandı. Devam ettiğinde sesi artık metanetli çıkmıyordu. “Yani biliyorum, bu hoş bir şey değil. Ama öyle anlar oluyordu ki kendime hakim olamıyordum. Burcu olmasa belki Ağca’yla birlikte olabileceğimi düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum; ama öte yandan Burcu benim çocukluk arkadaşım ve dediğim gibi hiçbir erkek için onu kaybetmeyi göze alamam.”
Kimseyle bunu paylaşamadım. Ağca’dan çekindiğimden değil, Burcu’nun kulağına gitmesinden korktum. Çok korktum. Zaten az önce hepiniz gördünüz. Belki bir daha asla benimle konuşmayacak. Bunu asla anlatmazdım, asla; ama bir şeyi fark ettim. Bu manyağın yapacağını söylediklerini yapıp yapmaması önemli değil. Benim yarın sabah yaşayacağımın garantisi yok.” Konuşmanın burasına kadar Ağca’ya bakmamıştı. Ona döndü. “Senden bir karşılık beklediğimden değil. Kesinlikle istemiyorum bunu. Sen Burcu’yla olmalısın. Ama bu o kadar büyümüştü ki, artık içimde tutamazdım.”
Başka hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve lavaboya gitti. “Hissettiklerinden utanıyor.” dedi Deniz. “Öyle de olmalı.” dedi Caner, sevgilisine dönerek. “Bu iğrenç bir şey… En yakın arkadaşının sevgilisini arzuluyorsun.”
Ama bu duygularına engel olmak için ne denli uğraşmış görmüyor musun? Sen hiç aşık olmadın mı?”
Caner güldü ve uzanıp Deniz’i öptü ve nefes nefese yüzüne fısıldadı: “Şüphen mi var?” Deniz gülerken içeriden tiz bir çığlık geldi.
Aaaaaaah!”
Çiğdem koşarak içeri girdi ve iki büklüm bir halde konuştu: “Banyoda… banyoda…” Ağca ayağa fırladı.
Ağca banyoya girdiğinde var gücüyle küfretti ve sağ elini yumruk yapıp aynaya vurdu.
Duvarın beyaz fayanslarınla kırmızı boyayla bir “f” harfi boyanmıştı. Alelacele çiziktirilmiş bir şey olduğu belli oluyordu. Deniz boyayı koklayıp yüzünü buruşturdu. “Bu yağlı boya.”
Allah’ın cezası” dedi Caner. Çiğdem’i sakinleştirdikten sonra banyoya yeni girmişti. “Bunu nasıl yapıyor?” Dosdoğru Ağca’ya bakıyordu. Ağca omzunu silkti.
Bizim evde ne gıda boyası, ne de yağlı boya var.” dedi Deniz. Caner başıyla onayladı.
Bir saniye” dedi Eren. “O ikisini yapan aynı kişi olamaz. Diğeri tavana boyanmıştı ve buna rağmen yerde hiç leke yoktu. Burada her tarafa boya sıçramış, baksanıza.”
Sanırım bir teorim var.” dedi Ağca, portakallı duş jeli şişesini yerden kaldırarak. “İçeri geçerseniz anlatırım.”
O çarpı işaretini ben çizdim.” dedi, herkes oturduktan sonra. Deniz ağzını açınca elini kaldırıp onu susturdu. Çiğdem hâlâ titriyordu; ancak bu itiraf onu kendine getirmişti. Tüm dikkatini Ağca’ya verdi.
Benim de telefonuma bir mesaj geldi. Bunu yapmamı söylüyordu.”
Sana söylenen her şeyi yapıyor musun yani?” dedi Deniz. Sesi öfkeli çıkıyordu. “Ne kadar korktuğumuzun farkında mısın?”
Bak bu sana anlatabileceğim bir şey değil.” dedi Ağca, Deniz’e. “Ama şu kadarını söyleyeyim ki, Caner’in haberi vardı. Sizi o uzaklaştırdı ben de boyadım.”
NE? Ona yardım mı ettin yani?”
Hayatım, özür dilerim ama ben-” Caner Deniz’in ellerini tutmaya hamle etti; ancak Deniz buna izin vermedi.
Şimdi bunu bırak.” dedi Ağca. “Eğer tahmin ettiğim şey doğruysa, o f’yi oraya Burcu çizdi. Ona yardım eden olmadığına göre, biraz acele etmiş olmalı ki; etrafa boya saçılmış.”
Yani uyumuyor.” dedi Eren, gözlerini kısarak.
Hayır, sanmıyorum. Onun telefonuna da benimkine benzer bir şey gelmiş olmalı.”
Hep birlikte yatak odasına gittiklerinde, Burcu’yu yorganın altında bir cenin gibi kıvrılmış halde buldular. Karanlıkta gözleri birer kedi gözüymüşçesine parlıyordu.
Uyanıktı ve ağlıyordu.
Anladınız, değil mi?” diye fısıldadı Burcu. Yanağında bir damla yaş parlıyordu.
Ağca başını salladı. “Bunu niçin yaptın?”
Yapmalıydım” dedi Burcu, yine fısıldayarak. “Çiğdem için.”
Bana birkaç dakika müsaade ederseniz, anlatabilirim. Bir de, birinizin bana bir bardak su getirmesi gerekecek.”
Ağca kız arkadaşına su götürmek için mutfağa giderken, diğerleri sessiz bir şekilde kanepeye oturdular. Hepsi gergindi. Ağca elinde bardakla salondan geçerken Caner ayağa kalktı ve arkadaşına yetişti.
Bir şeyler biliyor,” diye fısıldadı, yatak odasının kapısında. “O her kimse bir şeyler biliyor.”
Bunun doğru olamayacağını biliyorsun. Bunu hiç kimse görmedi. Çeneni kapat.” Kapıyı açtı ve içeri girdi, Caner de salona geri döndü.
Bunu nasıl yaparsın?” dedi Deniz, zehir zemberek bir sesle.
Benden yardım istedi.” dedi Caner, özür diler bir edayla. “Bak bunun doğru olmadığını biliyorum; ama kimseye zarar gelmedi bundan. Lütfen.”
Çiğdem tırnaklarını yiyordu.
Deniz cevap vermeden Ağca ile Burcu içeri girdiler. Burcu gözyaşları içinde koştu ve Çiğdem’e sarıldı.
Özür dilerim… Seni dinlemem lazımdı.”
Asıl ben özür dilerim.”
Sus. Hiçbir önemi yok. Sen benim en iyi dostumsun.”
O adam sana bir mesaj attı, değil mi?”
Evet,” dedi Burcu, burnunu çekerek. Sol eli Çiğdem’in avuçlarının içindeydi. “Ve bir şeyi hatırlamamı sağladı.” Çiğdem’e baktı. “Çiğdem benim en iyi dostum. Birbirimiz için çok şey yaptık. Ne olursa olsun bu değişmeyecek.”
Biliyorsunuz, biz bir yetiştirme yurdunda büyüdük.”


***


Ağlama” diyor yosun gözlü kız, siyah saçlı arkadaşına. Siyah saçlı kız, dumanlı ve pis gökyüzüne bakarak ağlıyor. Şehre hakim bir tepedeki bir binadalar.
Soğuk bir bina bu... Dört bir yandaki çocuk seslerinin bile ısıtamayacağı kadar soğuk ve bencil. “Acıyor.” diyor siyah saçlı.
Ben yanındayım ya.” diyor yosun gözlü. Tırnakları biçimsizce kesilmiş tombul parmaklarıyla arkadaşının yüzündeki yaşları siliyor. “Lütfen ağlama.”
Siyah saçlı kız boynundaki kızarıklığa dokunuyor. Kadının vahşice üzerine saldırışını unutamıyor bir türlü. “Ama ben çalmadım. Parasını alıp ne yapacağım, sanki, sanki harcayabilecek yerim varmış gibi.”
Yosun gözlü kız arkadaşının elinden tutuyor ve onu yatağa oturtuyor. “Senin için bir hediyem var.” diyor ona. Ranzanın üstüne tırmanıyor ve aldığı siyah saçlı bir bez bebeği ona veriyor.
“Benim için mi?” diyor siyah saçlı, kırmızı iplikle dikilmiş çarpık gülümsemeye bakarak. Diğeri mahcupça başını sallıyor. “Daha iyisini verebilmeyi isterdim.”
Ama bu diğer her şeyden daha güzel.” diyor siyah saçlı, arkadaşına sarılarak.Sen olmasan ben ne yapardım?”
***


Adam bana iki tane mesaj yolladı” dedi Burcu, telefonunu Ağca’ya uzatarak. “Biri bu.”
Burcu’nun gösterdiği resim banyonun bir fotoğrafıydı. “Bilgisayarda f harfi eklenmiş.”
Bana gönderilen de buna benziyordu.” dedi Ağca, telefon elden ele dolaşırken.
Sana ne gönderildi ki?” dedi Burcu, telefonunu Eren’den alırken. Sesi hâlâ üzgün çıkıyordu.
Boş ver şimdi bunu. İki mesaj gönderildi demiştin.”
Ah, evet. Bir saniye, işte bu?”
Bu kim?” dedi Caner, telefondaki adama bakarak. Kırklı yaşlarındaydı, tepesi açılmaya başlamıştı.
Üvey babam” dedi Çiğdem. Burcu’ya bakarak ekledi. “Bu ne demek oluyor?”
Bunu anlatmak istemiyorum.”
Bu,” dedi Çiğdem, göz yaşlarına engel olmak için gözlerini kırpıştırarak. “Tahmin ettiğim şey değil, değil mi?”
“Evet. Tahmin ettiğin şey.”
***


Lanet kocasının parası umurumda bile değil,” diyor Çiğdem. Üzerinde eski püskü bir kot pantolon ve rengi atmış bir bluz var. Yatağın üstüne oturmuş.
“Ömrümün on altı yılını annesiz geçirdim. Tek sormak istediğim beni neden bıraktığıydı.”
Canım,” diyor Burcu anaç bir edayla. “Seni çok iyi anlıyorum; ama üzülmeyi bırak artık.”
Kahpelik ederek kazandığı parayı istemiyorum. Bana öyle bakma. Bir adamla parası için evlenmek en alasından kahpeliktir. Ama o benim annem, ailemden geriye tek kalan. Yani bir ailem olduysa eğer. Bunu değiştiremem.” Başını Burcu’nun göğsüne yaslıyor.
Aile sadece DNA demek değildir.” diyor Burcu arkadaşının saçını okşayarak. “Seninle ortak proteinleri taşımıyor olabilirim; ama biz birbirimizin ailesiyiz. Biz birbirimizle büyüdük.”
Sarılıyorlar.
***
Sizinle görüşmek istemiyor,” diyor gözlüklü kadın, ahizeyi yerleştirirken. Siyah takım elbiseyle bile oldukça minyon olmasına rağmen masanın arkasında olmak ona bir heybet katıyor.
Bakın,” diyor Burcu tane tane bir sesle. “Bu hayati bir mesele.”
Sekreter “Özür dilerim.” diyor. “Bu mümkün değil.” Bir yandan elindeki kurşun kalemi masaya vurarak tempo tutuyor.
Tehditkar bir şekilde eğilip masayı kavrıyor ve “Burada bir genç kızın hayatı söz konusu.” diyor. Camdan arkasında meraklı bir kalabalığın oluştuğunu görebiliyor. Gömlekli, kalın çerçeveli gözlükleri olan tipler bunlar.
Kadın cevap vermeyince Burcu “Peki öyleyse.” diyor ve bir adımda odayı arşınlayıp Hikmet Dikel’in ofisine giriyor. Sekreter “Hayır.” diye bağırıyor. “Bunu yapamazsınız. Durun.”
Burcu adamın tek kelime etmesine müsaade etmeden kapının kilidindeki anahtarı çeviriyor ve cebine atıyor. “Şimdi seninle bir şey konuşacağız.” diyor, adamın küçük ve sulu gözlerine bakarak. Adama bakıyor ve gülümsüyor.
Adam ahizeyi kaldırıyor ve pürüzsüz bir sesle konuşuyor. “Neslihan hanım,”
Burcu Neslihan Hanım’ın telaşlı sesini duyabiliyor. “Güvenlik görevlileri geldi efendim, eğer isterseniz içeri girebilirler.”
Burcu başını yavaşça iki yana oynatıyor. “Hayır.” diyor adam. “Önemli bir toplantının ortasındayım. İşinizin başına dönebilirsiniz.” Telefonu kapatıyor.
Ne konuşacağımızı biliyorsunuz.”
Bu işin peşini bırakın. Bu sizin meseleniz değil.” Biliyormuş, diye geçiriyor aklından Burcu.
O benim ailem.”
Hem o kızın, Ayla’nın kızı olduğu ne malum?” diye cevap veriyor adam. Burcu cebinden sarı bir zarf çıkarıyor ve masanın üstüne koyuyor.
Bu ne?”
Çiğdem’in saçı var içinde. Haberi yok.”
DNA” diye mırıldanıyor adam. İş adamı olabilir; ama lise yıllarından biraz biyoloji hatırlıyor. “Bu çok pahalı bir işlem.”
Çiğdem bunu istemiyor zaten. O sizin paranızın peşinde değil. Annesiyle baş başa konuşmak istiyor sadece.”
Bu işlemin yapılması gerekmiyor.” diyor adam Burcu’nun hoşuna gitmeyen bir gülümsemeyle. “Daha kolay bir şekilde anlaşabiliriz eminim.”
Ne demek istiyorsunuz?”
Bir kadının bir erkeği ikna etmesi için DNA testi gerekmez, diyorum genç bayan.”
Sen ne-” diye söze başlıyor Burcu. Sonra susuyor ve var gücüyle suratına tükürüyor. Adam cebinden çıkardığı bir mendille yüzünü silerken Burcu arkasını dönüyor.
Anahtarı kilide sokuyor. Elleri titriyor.
On yedi yaşındasınız, değil mi?” diyor adam. Burcu ona dönüyor. “Üniversiteye gideceksiniz. Hem arkadaşınızın hayatını, hem de kendinizinkini kurtarmak istemez misiniz?”
Kendi hayatım için bunu asla yapmam.”
Onun aileniz olduğunu söylemiştiniz, yanılıyor muyum?” Burcu yutkunarak başını sallıyor.
Belki ailenin ne demek olduğunu bilmiyorsunuz, Burcu. Ama size aile hakkında bir şey söyleyeyim. Aile fedakardır.”
Ailenin ne demek olduğunu on beş sene önce terk edildiğimde gördüm ben.”
Ama siz, o türden bir aile değilsiniz, değil mi?”


***


Burcu titrek bir sesle “İşte hepsi bu kadar” diye bitirdi sözlerini.
Ben…” dedi Çiğdem, göz yaşları içinde. “Ne diyeceğimi bilemiyorum.”
Bir şey söyleme.” dedi Burcu, dudakları titriyordu.
Bu çok büyük bir fedakarlık.”
Fahişe” diye tısladı Ağca.
Ben fahişe değilim.”
Maddi bir şey karşılığı vücudunu satmak fahişelik değil mi?” Sesi boğuk çıkıyordu.
Ruhumu satsam daha mı iyiydi? Ben bunu tek dostum için yaptım. Kendim için değil. Bunu sen anlayamazsın.” Ağca sağ elindeki bardağı öyle sıkıyordu ki bardak parçalandı. Eli cam kırığı içinde kaldı.
Anlamak istemiyorum zaten. Bilmek istediğim tek bir şey var. O herifle kaç kere daha yattın?”
Bir kere. Yalnız bir kere. Neye benziyorum ben?”
Bu sorunun cevabını birkaç dakika önce verdim sanıyorum. Bir kere olması bile ne olduğunu ortaya koyuyor zaten. Anayasa hukukundan da öğretmenle yatarak mı geçtin?” Elinden akan kan döşemeye damladı.
Çiğdem “YETER!” diye bağırdı ve var gücüyle Ağca’ya tokat attı. Ağca kızarmış yanağını tutarken iki saat içinde ikinci kez aynı şeyi duydu. “Beş para etmez herifin tekisin.”
Hayır!” dedi Burcu kendini ikilinin arasına atarak. “Yalvarırım kavga etmeyin.”
Sana ne dediğinin farkında mısın?”
Olsun, lütfen, ben yeterince üzgünüm zaten bir de sen üzülme.” Ağca’ya döndü. “Sakın bir daha gözüme gözükeyim deme. SAKIN!” Çiğdem’e sarıldı ve yatak odasına gittiler.
Gel.” dedi Caner. “Şu eline pansuman yapmamız lazım.” Deniz ve Eren’e döndü. “Ben ilkyardım çantasını alıp geliyorum. O arada siz şuna dikkat edin.”
Orospu” dedi Ağca, burnundan soluyarak. “Sanki neden yaptığın önemli değilmiş gibi. Kaltak.”
Bak onu anlaman lazım.” dedi Deniz. Mavi gözleri kocaman olmuştu. “Bunu Çiğdem için yapmış. Kendisi de de, kendim için asla yapmam dedi.”
Kendini pazarlamaktan daha iyi çözüm yok mu yani? Allah aşkına, yeme beni.”
Bak, bu durum senin tahmin edebileceğinden daha zor onun için. Bir de bunu anlatmak zorunda kaldığını düşün.”
Bir kadın için istemediği biriyle beraber olmanın ne kadar kötü olabileceğini anlamıyor musun?”
İstemediği mi? Baksana kucağına koşmuş resmen.
Lütfen… Biraz mantıklı düşün. Karşı koyabilir miydi? Hayır. Belki o gün çeker giderdi; ama Çiğdem için bunu eninde sonunda yapardı, beyni onu rahat bırakmazdı. Teslim olmak bu.”
Teslim olması gerekmezdi.”
Caner elinde beyaz bir çantayla içeri girdi ve Ağca’nın önünde yere çömeldi. Cam kırıklarını temizledi, tentürdiyot sürdü. Bu süre zarfında sessiz kalan Ağca eline sargı sarılırken konuştu. “Ondan özür dilemeliyim.”
Şimdi değil.” dedi Deniz. “Şimdi doğru zaman değil.”
Oldu.” dedi Caner şen şakrak bir şekilde. Ağca’yı neşelendirmeye çalıştığı besbelliydi. “Kırıklar fazla derine batmadığı için şanslısın.”
“Ne demezsin.”
On beş dakika kadar orada sessizce, hareketsiz durdular. Sonra Eren, birden, “Banyoyu temizleyelim.” dedi. “O ‘f’ harfi orada kalmasın.”
f’
İyi fikir.” dedi Deniz. “Siz üçünüz gidin, ben de tiner getireyim.”
Tüh” dedi Caner. “Zulamı patlatmış. Bak yeniden tiner almam gerekecek şimdi.” Eren güldü. Ağca bir tepki vermedi. Banyoya girdiler.
Beş dakika sonra elinde eski bir bez ve küçük bir tenekeyle birlikte Deniz içeri girdi. “Başlayın.”
Temizlik ne zamandır erkek işi?”
Şu andan beri… Beni sinirlendirme de silin şunu.”
***
Benim senden başka dostum yok.” dedi Burcu göz yaşları içinde. “Senden başka kimsem yok.” Caner ve Deniz’in yatak odasındaydılar.
Deme öyle. Herkes seni seviyor.”
Ağca’nın ne dediğini sen de duydun. Senden başka kimse Ağca’ya karşı çıkmadı.”
Bak bu kolay bir şey değil, Ağca’yı anlamalısın.”
Sen de öyle düşünmüyorsun, değil mi? Bu yaptığım fahişelik değil. Ben sadece senin için yaptım, annenle konuşabil diye yaptım.”
O konuyu hiç açma. Beni kocası söyledi diye nüfusuna almış. Tıpkı kocası olmaz dediğinde reddettiği gibi. Oysa ben beni sevdiğini, pişman olduğunu ve kocasına rest çektiğini falan sanmıştım. Ne kadar aptalmışım.”
Annen seni seviyor.”
Bana bunu yapma Burcu. Sevmediğini ikimiz de biliyoruz. Bir kere beni sevdiğine inandırdın ve o yüzden şu an derin bir azap içindeyim. Lütfen yapma bunu bana.”
Yaptığım şey için beni suçluyorsun. Senin için yaptığım fedakarlık yüzünden beni suçluyorsun. Ben senin mutlu olmanı istiyorum, başka hiçbir şeyi değil. O iğrenç herifin yatağına girmenin nasıl bir şey olduğu konusunda hiçbir fikrin yok.”
O herifle yattın diye sana aferin diyemem. Sorun bu.”
Sen de Ağca gibi düşünüyorsun. Yosmanın teki olduğumu düşünüyorsun. Ama senin mutlu olmanın tek yolu buydu. Çaresizdim anlasana.”
“Lütfen… Böyle düşünmediğimi biliyorsun.”
Umarım.”
***
“Başım ağrıyor.” dedi Ağca. Kırmızı kanepenin üstüne atmıştı kendini. “Bu gece bana çok fazla geldi.”
Gece daha yeni başlıyor.”
Ağca hüzünle başını sallarken cebinde bir şey hissetti. Telefonu titreşimdeydi. Elini cebine soktu ve telefonu çıkardı. Ekranını açtığında beş kelimelik bir Bluetooth mesajının geldiğini gördü.
Fırat’
***
Fahişe… Sürtük… Kahpe… Orospu… Yosma… Her bir kelimesi kulağımda hâlâ… Acı veriyor bana
Sana tokat attığım için özür dilerim. Hiçbir kimse için bunu yapmamalıydım. Hele ki Ağca gibi biri için.”
Çiğdem Burcu’nun ellerini kavrayıp sıktı. “Boş ver.” dedi gülümseyerek. “Geçti gitti hepsi. İçeri geçelim.”
***
Bunu biliyor olamaz.” dedi Ağca, fısıldayarak. Öyle alçak sesle konuşuyordu ki sesini kendisi bile zor duyuyordu. Caner’le mutfaktaydı, bulaşık makinesine yaslanmıştı. “Bizden başka kimse bunu biliyor olamaz.”
Görünüşe göre bilen birileri var.” dedi Caner. İki büklüm duruyordu. “Belki şüphelenmiştir. Belki şansını denemiştir ve tutmuştur. Bilemeyiz.”
Aptallık etmezsek bir şey olmayacak. Eren bir şey anlamadığı için şanslıyız.” Gözlerine gölge düşmüştü.
Çok barizdi.”
Gelsenize.” dedi içeriden bir ses. “Tamam canım.” diye bağırdı Caner, cevap olarak.
Tanrı’ya şükür ki şu Burcu işi çıktı. Bize o tarz bir şeyler lazım. Bak,” dedi Ağca Caner’i omzundan tutup. “Bir şey yap. Bunun gizli kalması gerek.”
Caner başını salladı.
Diğerlerin yanına dönelim. Şüphelenmesinler.”
Salona girdiklerinde Ağca Burcu ve Çiğdem’in orada olduğunu gördü. Burcu ona bakmıyordu. İçi acıdı. Ayaklarına kapanıp özür dilemek istedi.
Bir şeylerin toparlanması lazım.” dedi Eren, Ağca ve Caner oturduklarında. “Buna devam etmek zorunda değiliz. Geçmişi deşmenin hiçbirimize faydası yok besbelli.”
Hayır var.” dedi Burcu, yüksek sesle. “Hiçbir şey bana bu kadar iyi gelmedi. Yüküm hafifledi sanki. Devam edelim.”
Deniz acıyla gülümsedi.
Burcu…” dedi Ağca çatlak bir sesle. “Ben özür dilerim. Söylemek istediğim şeyler değildi.”
Burcu bir an Çiğdem’e baktıktan sonra cevap verdi. “Ama söyledin. Bana çok kötü şeyler söyledin.”
Biliyorum, artık sözlerimin hiçbir kıymeti yok. Ama pişman olduğumu bil. Hiçbir şeye bu kadar pişman olmadım.”
Burcu’nun yanına geldi ve ona sarıldı. “Lütfen beni affet.”
Seni affetmek istiyorum” diye fısıldadı kulağına. Gözünden bir damla yaş süzülüp Ağca’nın omzuna damladı. “Bu gece çok sulu gözüm.” dedi Burcu burnunu çekip gülerek.
Şu işin hallolmasına çok sevindim.” dedi Deniz. Ayağa kalktı. “Bir plan yapmalıyız.”
Ne gibi bir plan?”
Bakın, dürüst olmak güzel bir şey, evet; ama sabaha kadar bununla meşgul olamayız. Kurtulmak için bir şeyler yapmamız lazım.”
Bence hiç kimse bu odadan ayrılmazsa sorun olmaz. Herkes buradayken birini öldüremez.”
Bizi aynı anda öldürmeyeceğinden emin olamayız.”
Aynı anda öldürmeyecek.” Bu Ağca’ydı. “Bunu önceden açıklamıştım. Ayrı ayrı öldürmek zorunda. Önümüzde on dokuz saat var.”
Ona güvenemeyiz.”
Ondan başka güvenecek kimsemiz yok. Güvenmek zorundayız.”
Elimizde birkaç ipucu var. Duvardaki çarpı işaretinin ve mutfaktaki bıçak sanırım bizi tehdit edişinin sembolüydü.”
Bir de ‘f’ harfi var.” diye söze karıştı Çiğdem. “Onun bir tehdit olduğunu sanmıyorum.”
Bir anlamı olduğundan bile emin değilim ben.” dedi Caner. Ağca gözlerini kırptı. “Bence şu mesaj meselesinin üzerine gitmeliyiz. Oradan bir şey çıkabilir.”
Kırmızı kanepenin önündeki ahşap sehpanın üzerindeki telefon titreşmeye başladı. “Benimki.” dedi Deniz.
Bir Dost size “Caner.mp4” dosyasını göndermek istiyor
Kabul et (4.96 Mb)
Deniz sustu ve Caner’e baktı. Dosyanın içinde ne vardı? 2.12 Mb kaldı.
Bana bir dosya gönderdi.” dedi Deniz, başını kaldırıp. “Caner isminde.”
***
Sarışın kızın turkuaz renkli elbisesinin eteği dizlerinin hemen üstünde. Aynı renkte bir de babet giymiş. 160 boylarında. Hafif bir makyaj yapmış.
Caner onu evin kapısında öpüyor. Kız “İçeri girene kadar bekle.” diyor gülerek. Çantasını açıyor, anahtarını çıkarıp eve giriyor. Caner de onun ardından içeri giriyor. Kızı öpüyor, bir yandan da çantasını yere atıyor.
Önce bir içki ister misin?” diyor sarışın kız, Caner’i koltuğa oturtup. Sarışın kızın adı Gamze. Caner “Öyle olsun madem.” diyor ve oturuyor. Gamze mutfağa gittiğinde Caner evi inceliyor. Duvarlar bejin pastel bir tonuna boyanmış. Caner’in gözüne bir bambu çarpıyor.
Gamze içeri giriyor. Yüzünde işveli bir tebessüm var. Caner’e bir kadeh uzatıyor. Caner kadehi alıyor ve içindeki şarabı tek seferde içiyor.
Acelecisin” diyor Gamze gülerek. Caner bir öpücükle onu susturuyor ve tek hamlede kaldırıp yatak odasına taşıyor.
Nazikçe yatağın üzerine bırakıyor.
Caner sırt üstü yatağın üzerine uzanıyor. Kız Caner’in mavi Prada gömleğini alelacele çıkarıp fırlatıyor ve Caner’in kucağına oturuyor.
Sen şeytansın.” diyor Caner, hızlıca. Dudaklarının temasının kesilmesini hiç istemiyor.
Kızıl saçlı olsam olabilirdi.” diyor Gamze. Öpüşmeleri bir iki dakikada bir bu tarz atışmalarla kesiliyor.
Caner’in dudakları Gamze’nin omzuna değiyor. Caner orada sevdiği her şeyin tadını buluyor sanki. Gamze başını geriye atıyor; saçları boşlukta sallanıyor ve o an bir iblisten ziyade bir meleğe benziyor.
Caner Gamze’nin kalçalarını kavrıyor.
Sırf sarışınsın diye kendini aşk meleği ilan etme.” diye fısıldıyor Caner, kızın kulağına. Gülüyor kız. Bembeyaz dişleri görünüyor.
Belki ben şeytanım,” diyor kız, sıcak bir nefesle birlikte. “Ama ruhunu bana sattığın için aptalın tekisin sen de.”
Bu son konuşmaları oluyor. Artık ikisi de konuşmaya lüzum görmüyor. Yaptıkları işe odaklanıyor sadece.
Caner kızın asma dalı gibi incecik saçlarına dokunuyor ve kızın çıplak vücudunu seyrediyor. Yumuşak, narin bir surat, ürkek gözler, dik, kara uçlu memeler, kıvrak bir bel ve en sonda da kadınlığın ve zevkin davetkâr kuyusu...
Gamze derin bir nefes alıyor. Caner sertleşmiş erkekliğiyle bir hamlede onun içine giriyor. Gamze ıstırap dolu bir çığlık atarken Caner hiç hareket etmeden bekliyor ve onun yüzündeki acının zevke dönüşmesini izliyor. Kızın derinliklerinde nabız gibi atan damarları hissedebiliyor.
"Sen artık ben oldun," diyor gözlerini onunkilere dikerek. Gamze'nin dudakları şuh bir edayla kıvrılırken ikinci kez yükleniyor. Caner daha derinlere ulaşmak için abanırken Gamze korkuyor, kendini sıkıyor.
"Rahatla," diyor Caner. Kızın gevşediğini hissedince ritmik hareketlerle gidip gelmeye başlıyor. Gamze bacaklarını onun kalçalarına kollarını da sırtına doluyor, alçak bir sesle inliyor.
Caner bütün hünerlerini kullanıyor ve daha fazla dayanmak için dişini sıkıyor. Gidip gelirken arada bir Gamze'yi zirveye çıkarıyor sonra kendini geri çekerek kızın aldığı zevki arttırıyor. Bir süre sonra ikisi de artık dayanamaz hale geliyor ve bağırarak boşalmaya başlıyorlar.
Gamze inler ve haykırırken Caner hareketlerini giderek yavaşlatıyor ve sonunda duruyor. Artık yumuşamış erkekliğini kızın içinden çıkarırken Gamze'yi bir kere daha öpüyor..
Gamze başını Caner’in göğsüne yaslıyor uyurken. Kendini huzurlu hissediyor orada. Uykuya dalmadan önce oradaki sarı, seyrek kılları okşuyor. Başını uzatıp Caner’e bir öpücük veriyor.
Caner sıcak teninin üzerinde kızın sarı saçlarını hissediyor. Gür ve parlaklar.
Kollarının arasındakinin bilincinde, gözlerini yumuyor. Gamze üniversitede sekreter… İş bu noktaya kadar nasıl geldi o da bilmiyor. Bilmek de istemiyor.
Deniz’i hatırlatıyor. Aslında Gamze Deniz’e benziyor. Saçları sarı sadece.
Deniz’i hatırlayınca utanıyor. O Deniz’i seviyor. Deniz’den ayrılmayı istemiyor. Deniz’in az önce olanları bilmesinin gerekmediğine karar veriyor.
***
“Beni aldattın mı?” dedi Deniz, ela gözleri yaşlar içinde. Dudakları titriyordu, sesinde belirgin bir hayal kırıklığı ve acı vardı. “Neden?”
Tek seferlik bir şeydi” dedi Caner mahcubiyet içinde.
Kaç sefer olduğunun bir önemi var mı? Sana nasıl güvenebilirim artık?”
Deniz…” Elini kız arkadaşının omzuna koydu. “Lütfen…” Deniz omzunu kurtardı.
Bir de lütfen diyorsun. Porno çekmişsin baksana.”
O videoyu ben çekmedim.”
Sus. Yalan konuşma bari” Odadan çıktı ve lavaboya girdi. Aynada kendine baktı bir süre, sonra musluğu çevirdi. Akan soğuk suyu yüzüne çarptı.
Dışarıda Caner kapı koluna asıldı. Kilitliydi. “Açar mısın?” dedi, elinden geldiğince kibar bir sesle. Kapıya vurdu. Kapı açıldı, Deniz Caner’i belinden tuttu ve içeri çekti. Dudakları kenetlenmişti.
Ağca mutfaktaydı. Tezgahın üstündeki telefonun alçak bir sesle çaldığını gördü. Gözlerini kıstı.
Telefon nasıl çalışıyordu?
Uzandı ve telefonu eline aldı. Gizli numara…
Kapağını açtı ve boğazını temizleyip konuştu: “Efendim?”
Merhaba.” dedi kalın bir ses. “Caner meşgul herhalde…”
Sen osun, değil mi? Bunu neden yapıyorsun?”
Şüphe yok ki günahkarlar kurtuluşa eremezler.*”
Caner’i neden aradın?”
Ben gizli bir hazineydim.” dedi ses. “Bilinmeyi seçtim.”
“Dinle pek ilgilisin herhalde. Bizim günahlarımız sizi neden ilgilendiriyor? Kimsin sen?”
Benim kendi günahlarım bana yetiyor. Neden bir de sizinkilerle uğraşayım ki?”
O halde ne yapmaya çalışıyorsun, Allah’ın belası herif? Neden aradın?”
Eren masanın üstünde unuttuğun telefonunu kurcalayabilsin diye.”
NE?”
Ağca telefonu kapatıp tezgaha fırlattı. Salona girdiğinde gerçekten de Eren’in elinde kendi telefonu vardı.
SEN NE YAPTIĞINI SANIYORSUN?” diye böğürdü var gücüyle. Telefonu Eren’in elinden kaptı ve ekranına baktı.
Artık çok geçti.
Bu Fırat tahmin ettiğim Fırat, değil mi?”
Ağca pes etti. “Evet o.”
Caner de bu işi içinde o zaman.” Ağca başını salladı.
“Tanrım!” dedi Eren. Yüzünün rengi atmıştı. “Tanrım! NEDEN YAPTINIZ BUNU?”
Eren, sakin ol!”
SAKİN Mİ?” dedi Eren. Göğsü inip kalkıyordu. “SAKİN Mİ? NASIL SAKİN OLAYIM?”
Sessiz ol” diye yalvardı Ağca.
“DOKUNMA BANA!” diye kükredi Eren, bir adım geriye sıçrayarak.
Ne oluyor burada?” dedi Caner, Deniz’le birlikte içeri girmişti. Burcu ve Çiğdem korku içinde Eren’e bakıyordu.
NE Mİ OLUYOR?” dedi Eren. “NE BOK YEDİĞİNİZİ ÖĞRENDİM!”
Düşündüğün gibi değil,”
Bir şey düşündüğüm yok.” dedi Eren sesini alçaltıp. “Her şey meydanda zaten.”
***
Çocuk televizyona bakıyor. “Sırada Yaşar’ın yepyeni şarkısı var.” diyor televizyondaki adam sırıtarak. “Genç ve yakışıklı şarkıcı sizler için söylüyor: Dönüyor aman dünya, başım duman. Batıyor; ama acıtmıyor senin sevdan.”
Çocuk on yaşında. Adı Fırat.
Aman fax geliyor.” diyor televizyondaki adam. “Bursa’dan Nilüfer çekmiş. Okuyorum hemen. Sevgili Sabah Şekerleri…”
Çocuğun uyku mahmuru ağabeyi içeri giriyor. On dört yaşında, adı Ağca. Televizyona bakıyor ve “Değiştir şunu.” diyor sert bir sesle. Siyah ve uzun saçları var.
Bu saatte başka bir şey yok ki” diyor çocuk.
Birkaç saat sonra ağabeyin arkadaşı geliyor. Ağca’ya göre daha kumral olan bu çocuğun adı ise Caner. Boyu daha kısa.
Ağca ve Caner dışarı çıkıyorlar. Bir cafede bir süre oturup bir şey konuşuyorlar alçak sesle.
Akşam oluyor. Kalkıyorlar. İki sokak yürüyorlar ve bir binanın önünde duruyorlar.
Köşedeki bu binanın caddeye bakan iki duvarında cam vitrinler var. Işıklı kırmızı harflerle “Hayat Eczanesi” yazan bir tabela asılmış. Büyük bir eczane bu.
“Hoş geldiniz.” diyor uzun boylu, beyaz önlüklü bir adam. Caner’in babası bu.
Merhaba.” diyor Caner. “Şükür ki geldiniz.” diyor adam. Kalfaların biri hastanede, diğeri de izinden dönüyor. “Benim diğer eczaneye geçmem lazım, Ayhan’ın bir işi çıkmış da. Zaten yarım saat sonra kapatacağız. Sorun olmaz, değil mi?”
Babası çıktıktan on dakika sonra Caner yavaşça kasayı açıyor ve içindeki paradan büyükçe bir tomar alıyor.
*Yunus Suresi, 17. ayet
***
“Burada bir şey var” diye bağırdı Burcu. “Gelmeniz lazım.”
Hayır.” diye bağırdı Eren. “Şimdi değil. Sen anlatmaya devam et.”
Ağca başını sallarken Burcu bir kez daha bağırdı. “Anlamıyorsun.” On saniye sonra elinde bir taşla içeri girdi. “Bunu masanın üzerinde buldum.”
Yani?”
Bu daha önce yoktu.” Taşı Eren’e uzattı. Orta büyüklükte bir şeydi. Eren taşın üzerinde kurumuş kan lekesi olduğunu fark etti.
Bu ne?”
Sanırım,” dedi Ağca taşı eline alıp. “bu benim için. Şimdi şu işi bitirmek istiyorum yoksa ömrümün sonuna kadar bir daha bu gücü bulamam kendimde.”
Kalabalık bir caddedeler. Hava soğuk. Ağca boynuna siyah bir atkı sarmış. Caner eczanenin karşısında bir tekel bayii görüyor. Göz ucuyla bakışıyorlar. Hayır, burası olmaz; Ayhan’a veya Can’a söyleyebilir. Muhtemelen ikisini de tanıyordur.
Yürüyorlar. Soğuk olduğu için fazla uzağa gidemiyorlar ve ufak bir bakkala giriyorlar. Adam onlara ne istediklerini soruyor. Caner tezgâha bir miktar para bırakıyor ve bir paket sigara alıyor. Bir kutu da naneli sakız aldıktan sonra dışarı çıkıyorlar.
Bakkalın yanındaki mağazanın kapısı çarpıyor. Ağca bir an vitrine bakıyor ve yürümeye başlıyor. Caner sigarayı cebine sokuşturmakla meşgul. Bir dakika sonra ona yetişiyor.
Nereye gideceğiz?” diyor Ağca’ya. “Bize gidemeyiz annem evde.”
Bizde de Fırat var.” diye cevaplıyor Ağca. “Evin arkasındaki koruya gidebiliriz.”
Böylece koruya gidiyorlar. Bir patikadan tırmanırlarken Ağca arkasını dönüyor ve şehre bakıyor. Şehre kar yağmış. Her yer bembeyaz. Ağca bir ağacın dalından bir kristal koparıyor ve ucuna dokunuyor. Keskin…
Havada keskin bir soğuk var. Gri bulut öbekleri kümelenerek gökyüzünü kapatmış; her an yağmur yağabilir. Ağaçlar yapraklarını dökeli çok olmuş, ölgün koruda hiçbir yaşam belirtisi yok.
Her yer pamuk tarlası gibi.
Siyah saçlı, beyaz tenli bir çocuk, kara bata çıka geliyor ve sırtını bir ağaca dayayarak yere oturuyor. Ergenliğe yeni girdiği belli, on dördünden fazla değil. Kirli ellerini cebine sokuyor ve bir kibrit kutusu çıkarıyor.
Bir dal ver.” diyor Caner’e. Caner paketi cebinden çıkarıp açıyor ve Ağca’ya bir dal sigara uzatıyor. Ağca sigarayı alıyor, kutudan bir tane kibrit çıkarıyor ve kibriti kutuya sürtüyor.
Soğuktan hissizleşmiş elleri ilk seferinde başaramıyor. İkincide kibriti kara düşürüyor, bembeyaz örtüde bir delik oluşurken ince bir buhar yükseliyor. Üçüncüde sigarayı yakıyor ve kutuyu Caner’e uzatıyor.
Siz ne yapıyorsunuz burada?” diyor küçük bir çocuk. Kardeşi olsa da Ağca’ya hiç benzemiyor. Aslında Ağca daha çok annesine benziyor, teni onunki gibi bembeyaz. Fırat ise babalarına benziyor: Esmer.
Asıl sen ne yapıyorsun burada?” diyor Ağca, sigara dumanını kardeşine üfleyerek. Çocuk öksürerek elleriyle dumanı dağıtıyor. “Bakkaldan sigara aldığınızı gördüm.” Ağca bakkalın yanındaki mağazanın sertçe kapanan kapısını hatırlıyor.
Bizi takip mi ettin?”
Parayı eczaneden aldınız, değil mi?” diyor Fırat. Kulakları soğuktan kızarmış. “Sizi babama söyleyeceğim.”
Ağca sinirlenip kardeşine bir yumruk atıyor. Fırat yere düşüyor, burnundan kan sızıyor. Bir tekme atmak için bacağını kaldırdığında Caner onu durduruyor. “Sakın yapma.”
Piçin ne dediğini duymuyor musun?”
Fırat hıçkırarak ağlıyor. Korkarak burnuna dokunuyor. Acaba kırılmış mıdır? Ellerinden destek alıp ayağa kalkıyor. “Hırsızlar.” diyor ağabeyi ile arkadaşına bakıp. “Eczaneyi soymuşsunuz.”
Öyle bir şey yapmadık.” diyor Ağca, bu haberin babasına gitmesinden endişelenerek.
Yaa, tabi, ben de inandım.”
Ağca kardeşinin kollarından tutup onu sarsıyor. “Bunu babama söylemeyeceksin, anladın mı?” Sigarayı tehditkar bir şekilde kardeşinin yüzüne yaklaştırıyor. Fırat bağırmak istiyor ama bağıramıyor. Küçük ellerini yumruk yapıp ağabeyine vuruyor defalarca. Sonunda elinden kurtuluyor.
Uzaklaşıp kendini güvenceye alınca bağırıyor. “Hepsini babama anlatacağım. Para çaldığınızı da anlatacağım, sigara içtiğinizi de. Gizli gizli o votkadan içtiğini de anlatacağım. Hatta o çirkin kızı öptüğünü bile anlatacağım. Yaa, bilmiyordum sanıyordun değil mi, ama biliyorum hep ben.”
Fırat dilini çıkarınca Ağca sinirleniyor ve ağacın dibindeki bir taşı kavrayıp kardeşine fırlatıyor gitsin diye. Taş havada tiz bir ıslık çalarak ilerliyor ve Fırat’ın başına değiyor.
Koşarak kardeşinin yanına gidiyor Ağca. Fırat bomboş gözlerle opal rengi gökyüzüne bakıyor. Başından akan kan desenler çizerek kara yayılıyor.
Hayır.” diye bağırıyor Ağca. “HAYIR!”
Caner korkuyla cesede bakıyor. “Onu saklamalıyız.” diyor sonra. “Yoksa seni hapse atarlar.”
Fırat'ın gözleri boş ve ölü... Kan yayılmaya devam ediyor.
NE?”
Onun için yapabileceğimiz bir şey yok. Bak, bu kar daha bir ay kalkmaz. Onu bir yere saklayalım, daha sonra kalıcı bir çözüm düşünürüz. Hapse girmeni istemiyorum.”
Niye bir tek ben giriyorum hapse? Sen de buradaydın, bana yardım ettin!”
Onu sen öldürdün!” diyor Caner. “Benim bu işle hiçbir ilgim yok.”
Ağca var gücüyle Caner’in göğsüne vuruyor. “Beni yalnız bırakamazsın.”
Caner’in nefesi kesiliyor. Kendine gelmesi birkaç dakika alıyor. Ağca Fırat’ı ayaklarından tutup sürüklüyor. Bir hendek bulup içine atıyorlar.
Caner karı ters yüz ediyor. Böylece kanlı kısım altta kalıyor. Burasının korunun diğer kısımları gibi bakir olmadığı aşikar; ancak yine de kanlı olmasından iyidir.
Kaçıyorlar ve binbir güçlükle eve atıyorlar kendilerini. “Gitme.” diyor Ağca Caner’e. Caner evi arayıp izin alıyor.
O gece Fırat eve gelmiyor. Ağca’nın anne ve babası telaş içinde. Polise haber veriyorlar.
Kapı çalıyor: Caner’in anne babası.
Kapı çalıyor: Eren’ler.
Eren Caner ve Ağca’nın yanına oturuyor. Hiç konuşmuyorlar. Ağca polis köpeklerinin seslerini duyuyor.
Herkes suskundu. Hikaye boyunca da kimse konuşmamıştı zaten.
İnanın bana, isteyerek yapmadım bunu.” dedi Ağca. Perişan bir hali vardı. Caner tekrar başını ellerinin arasına almıştı.
Ayhan amca ne kadar da üzgündü.” dedi Eren tiksinerek. “Halbuki bilseydi. Oğlunun cesedinin hiç bulunmamak üzere kaldırıp atıldığını bir bilseydi…”
Onu kaldırıp atmadım, tamam mı? O an için öyle yapmam gerekiyordu; ama o aldığım parayı harcamadım bile. O parayla onu gömdüm, bir mezar taşı yaptıramadım belki ama.”
Gömdün mü? Nereye?”
Bursa’ya. Feribotla karşıya geçirdim.”
Eren’in bir şey demeye mecali kalmamış gibiydi. Ağca kendini koltuğa bırakırken o da elini cebine attı. “Lanet olsun.” dedi, bir an baktıktan sonra. “O mesajlardan bir tane daha.” Yirmi saniye sonra ekledi. “Ama bu seferki farklı.
Ne diyor?”
Doğru olan ters midir düz müdür bilemeyiz. Belki de ikisi birlikteyken doğrudur. ”
Yanlış numaradır.” dedi Caner. Hiç kimse gülmedi.
Bunun bir anlamı yok.” dedi Deniz. Herkes bunun farkındaydı.
Eren,” dedi Ağca başını kaldırıp. Gözleri ışıl ışıldı. “Sana bir şey soracağım.” Eren ona baktı. “Evet?”
Şüphe yok ki günahkarlar kurtuluşa eremezler. Bu bir ayet, değil mi?”
Evet.” dedi Eren başını sallayarak. “Yunus suresinin on yedinci ayeti.”
Yunus kaçıncı sure?”
Onuncu. Sen ne yapmaya çalışıyorsun?”
Bak bunu sonra açıklarım, eğer tahminim doğruysa sana yolladığı mesaj anlamsız değil. 17. surenin onuncu ayetini söyle.”
Ahirete inanmayanlaraysa acı veren bir azap hazırladık.*”
Bir şey ifade etmiyor.” dedi Ağca yüzünü buruşturup.
Etmesi mi gerekiyordu?”
Belki de ayetin tersi doğrudur diye düşünmüştüm.”
Haklısın.” diye mırıldandı Deniz. Sonra birden yüzü aydınlandı. “Yetmiş birinci surenin ilk ayeti. 10:17’nin asıl tersi bu. Sen sadece yerlerini değiştirdin.”
Eren hayır anlamında başını salladı. “Haberiniz olsun ki, Biz Nuh’u halkına acı veren bir azap gelmeden önce, “Halkını uyar!” diye gönderdik.** Nuh Suresi’nden.”
Bu da değil.” dedi Ağca. “Belki de yanlış bir teori kurdum.”
Doğru kurdun.” dedi Burcu. “Tersiyle düzünü birlikte düşünün diyor. Söylediği 10:17, tersi 17:10. Bu durumda işimize yarayacak olan ayet de 17. Surenin 17. Ayeti.”
Eren’in yüzü bulutlandı.
Kulların günahlarını gören ve bilen olarak Rabbin yeter.***”
Bu adam kendini Tanrı olarak mı görüyor yani?” dedi Çiğdem.
Hayır.” dedi Caner. “Peygamber olarak görüyor. Nuh ve Yunus peygamber isimleri.”
Ağca başını salladı ve telefonun gösterdi. “Bana ilk yolladığı mesaj bu.”
“…Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır.****”
12. Surenin 5. Ayeti.” dedi Eren. “Yusuf Suresi.”
Toplamları 17 ediyor.”
Bir saniye.” dedi Eren. “Ben bir alaka kurdum ama pek mümkün gibi görünmüyor. Kardeşleri Yusuf’a tuzak kurup onu bir kuyuya atmışlardı. Onu öldürdüklerini zannediyorlardı.”
Fırat.” diye fısıldadı Ağca. “Ama o öldü. Bu olamaz.”
Bu sayıların bir anlamı olmalı. 10:17”
Bugünün tarihi bu… 17 Ekim. Özellikle mi bu tarihi seçmiş yani”
Bugün Fırat’ın doğum günü.”
* İsra Suresi, 10. ayet
** Nuh Suresi, 1. ayet
*** İsra Suresi, 17. ayet
**** Yusuf Suresi, 5. ayet
***


Bunu yapanın Fırat olmasına imkan yok.” dedi Ağca, yumruğunu sehpaya vurup. “Gömdüm diyorum size, kendi ellerimle gömdüm.”
Bir de iyi bir şey yapmışsın gibi övünüyorsun!”
AMA ÖVÜNMÜYORUM!” diye bağırdı. “ÖMRÜMÜN YARISINI BUNUN PİŞMANLIĞINI DUYARAK GEÇİRDİM! ŞİMDİ SİZ KALKMIŞ BANA CANLANDI DİYORSUNUZ!”
Her şey onu işaret ediyor.” dedi Caner. Ağca ona bakıp tısladı. “Sen bu olayı kabullenmiş olabilirsin; ama ben kabullenmedim.”
Öyle de olması gerekir, çünkü cinayeti sen işledin!”
Aptal herif!”
Kesin sesinizi.” dedi Deniz. “Şu an kavga etmenizin size bir faydası yok. Bu işi kimin yaptığı önemli değil, buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız.”
Bahsettikleri kişi benim kardeşim.”
Öldürdüğün kardeşin.” dedi Eren, pes perdeden. “Şu an burada bunu konuşmanız bile onun ruhuna azap veriyor.”
Hayır” dedi Burcu başını sallayarak. “Üstünün örtülmesi, unutulmak daha fazla azap verir.” Ağca’ya döndü ve üzüntülü, acı dolu bir sesle ekledi. “Ruhu katilinin acı çekmesini istiyor olabilir. Başka türlü o kanlı taşı, 10:17 meselesini açıklayamazsın.”
Bunu daha fazla konuşmak istemiyorum.” dedi Ağca. “Bir şeyler içmek istiyorum.” Bir bira almak için mutfağa gitti. Diğerleri sessizce tartışmaya devam ettiler.
Böyle bir şeyin olma ihtimali var mı sizce?” diye fısıldadı Çiğdem. Artık bacak bacak üstüne atmıyordu, belli ki korkmuştu.
Bence o ayetlerin gönderilmesinin tek sebebi Fırat olamaz.” dedi Caner, yutkunarak. “Yusuf ile Fırat’a gönderme yapıldığı çok açık. Ama Yunus ve Nuh’u neden seçtiğini anlayamadım.”
Kendini peygamber olarak görüyor olmalı. Bu aşikar bir şey. Kendini o saydığın insanlarla bir bitiyor. Manyağın teki olduğu açık.”
Belki de cismani bir şey değildir.” dedi Burcu. “Bunu Fırat’ın ruhunun yapıyor olabileceğini hiç düşündünüz mü? Kapı ve pencerelerin kilitlenmesi, telefonların çalışmaması.”
Bunu faniler de pekala yapabilir.” dedi Eren. “Üstelik eğer öyle olsaydı, senden rica etmek yerine banyo duvarını kendisi boyardı.”
“Sen ne demek istiyorsun?”
“Bence ne demek istediğimi gayet açık anlattım.”
“Bu işin arkasında benim olduğumu mu düşünüyorsun?” Eliyle Eren’i omzundan itti. Eren cevap vermek yerine omuz silkmekle yetindi.
Ben lavaboya gidiyorum.” dedi Deniz. Kimse ona bakmadı. Ağca elinde bir şişe birayla odaya girince sustular; ama Burcu hâlâ burnundan soluyordu.
Nerede kaldın hayatım?” diye seslendi Caner. Bir şey olduğundan endişelendi ve kontrol etmek için koridora geçti. Bir saniye sonra sesi duyuldu. “Hayır!” diyordu. “Yine mi?”
Dördü merak içinde koşarak yatak odası ve banyoyu salona bağlayan koridora gittiler, Deniz ise lavabodan çıktı ve elektrik düğmesine bastı.
Banyonun karşısındaki boş duvara şu harfler kazınmıştı:
AXAF
RAB’bin ruhu benim aracılığımla konuşuyor. Sözü dilimin ucundadır.*
Bir ayet daha mı?” dedi Ağca. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı.
Hayır.” dedi Eren, başını sallayarak. “Kuran’da böyle bir ayet yok.” Parmaklarını kelimelerin üzerinde gezdirdi.
Ha!” dedi Ağca. “Bir ayete benziyor.”
Bir ayet olabilir.” Hâlâ kelimelere bakıyordu. “Bana tanıdık geliyorlar. Bunu bir yerde okuduğuma eminim.” Gözlerini kırpıştırdı. Salona gitti, bir süre iki büklüm arandıktan sonra “Hah!” dedi ve kırmızı bir kitabı çekti.
Yatak odanızı kullanmamın bir sakıncası var mı?” diye sordu Caner’e. “Rahatsız edilmemem lazım.” Caner başını salladı.
Bu da neydi şimdi?” diye sordu, Eren yatak odasına girdiğinde. Deniz “Bilmiyorum.” diye cevapladı. “Ama şu işi çözebileceğini umuyorum.”
Salona geri dönelim.”
Bana sorarsanız, devam etmeden önce bazı soruların cevaplanması gerek.” dedi Burcu. Kitaplıktan bir A4 ve bir kalem aldıktan sonra masaya döndü. “En iyisi yazmak.”
Peki.”
Öncelikle sormamız gereken birinci soru: Bu işi kim yapıyor?” İnci gibi harflerle kağıda “1- Kim?” yazdı.
Fırat” dedi Caner. Ağca yeter artık anlamında gözlerini çevirdi.
Bizi tanıyan biri olduğu kesin.” dedi Çiğdem, o tiz sesiyle. “Çok şey biliyor.”
O da ikinci sorumuz.” dedikten sonra kağıda “2- Nasıl” yazdı. Deniz kağıttaki iki kelimeye baktıktan sonra ekledi. “En önemlisi, ‘Niye?’”
İlk soruya dönersek eğer, bu gece konuştuğumuz olaylardan kimseye bahsettiniz mi?”
Çiğdem ve Ağca başlarını salladılar. “Babanın da sustuğunu varsayıyorum.”
Herkes Caner’e baktı. “Gamze konuşmuş olabilir.” dedi. “Bundan emin olamam.”
Bir öğrenciyle mi yattın? Tanrım!”
Bir öğrenci değil,” dedi Gamze bir kahkaha patlatarak. “En azından sıradan bir öğrenci değil. Caner Demirkan ile. Duyduğuma göre babası hayli zenginmiş.” Masadaki diğer kızlar kıkırdadılar.
Sana inanmıyorum.”
İnansan iyi edersin. Avucumun içinde.”
Bunları Gamzenin yapma ihtimali var mı?”
Evet.” dedi Caner. Deniz gözlerini sevgilisininkine dikti. “Neden?”
Şey, aslında o günden sonra beni bulmaya geldi.”
Caner bir sonraki dersine yetişmek için koridorda yürürken Gamze yolunu kesiyor. “Konuşmamız lazım.” Caner bir şey demiyor, kızın solundan geçip yoluna devam ediyor.
Konuşmamız lazım, dedim.”
Benim seninle konuşacak bir şeyim yok. Bırak peşimi!”
Peşini mi bırakayım? Öyle demiyordun ama! Dur! Eğer şimdi durmazsan bağırırım, herkes duyar, rezil olursun.”
Caner duruyor. “Ne istiyorsun?”
Konuşmamız lazım.”
Bana karşı öfkeli. Bu ilişkinin devam etmesini istiyordu.”
Ona ümit verdin, değil mi? Onu cesaretlendirdin. Alçak herif!”
Bana sövmeden önce bir dinlesen… Başka bir şey oldu… Hesapta olmayan bir şey.”
Bilmek istiyorum.”
Pekala.” Derin bir nefes aldı.
Hamileyim.” Kelimeyi iğrenç bir kelimeymiş gibi tiksinerek söylüyor. Kafeteryada oturuyorlar. Sesi duyulmasın diye alçak sesle konuşuyor.
“Eee?”
Bak bu çocuğu doyurmaya niyetli değilim. Ama senin de bilmen gerektiğini düşündüm.”
Caner bir an Gamze’nin yüzüne bakıyor. “İyi”
Bu kadar kolay mı yani? Benim bu kararı almamın kaç gecemi aldığından haberin var mı?”
“İlgilenmiyorum ki.” diyor Caner, omzunu silkip. “Kendine sahip olsaydın sen de. Bak seninle yatmam tamamen bir hataydı. Senin yüzünden Deniz’i kaybetmek istemiyorum.”
Gamze masadaki su şişesindeki suyu Caner’in yüzüne fırlatıyor ve masadan kalkıyor. “Namussuz.”
Bütün kafeterya ona bakarken Caner yüzündeki suyu siliyor.

Tanrım!” dedi Deniz, kaskatı bir ifadeyle. “Ona çocuğu aldırmasını mı bu şekilde mi söyledin?”
Bu seni neden ilgilendiriyor?”
Çünkü ben de bir kadınım.”
Burcu hah diye bir ses çıkardı. “Ne oldu?” dedi Deniz gülerek.
Caner’le banyodayken de bu kadar düşünceli miydin, onu merak ettim sadece. Acaba kim bilir ne içindi?”
Deniz Burcu’nun suratına tükürdü. “Bu lafın da senin gibi bir fahişeden gelmesi ilginç, hani. Ağca’nın laflarını bu kadar kolay kabullenebildiğine göre, sen de ne halt olduğunun farkındasın demektir.”
Burcu dudaklarını ısırdı; ama cevap vermedi. Deniz’in ağzı attığı golle kulaklarına varmıştı. Yaramaz bir kız edasıyla tekrarladı. “Fahişe.
Burcu “Kaltak!” diye bağırdı ve Deniz’in üstüne atladı. Onu yere devirip saçlarına yapıştı. Hâlâ “Kaltak!” diye sayıklıyordu. Eskiden, henüz yurttayken, çok sık kavga ederdi.
Deniz’e bir tokat attı. Bir tane daha. Bir tane daha. “Çekil git üstümden.” Deniz Burcu’yu itmeye çalıştı; ama başaramadı.
Ağca Burcu’yu kollarından tutup sürükledi; ama kız hâlâ hıncını alamamıştı. Deniz’in böğrüne bir tekme savurdu. Caner Deniz’i yerden kaldırdı ve ikililer halinde odanın iki uzak köşesine çekildiler.
Fahişe!” diye bağırdı Deniz. “Hikmet hizmetin için sana kaç para ödedi?”
Burcu debelendiyse de Ağca’nın kollarından kurtulamadı. “Ben mi fahişeyim? Seni aldattığını öğrendiğin bir adamı koynuna aldın.”
“En azından benimki pişmandı. Seninkinin sana neler dediğini hepimiz duyduk!”
YETER ARTIK!”
Bana dil uzatana bak, muhabbet tellalı. Erkeğini diğerlerine peşkeş çekiyor!”
Benim kimseyi kimseye peşkeş çektiğim yok!”
SİZE YETER DEDİM! KENDİNİZE GELİN!”
O halde onu neden affettin? Caner'i neden affetin, fahişe?”
Çünkü hamileyim,”



* Eski Ahit, II. Samuel 23:1


***


Neyiniz var sizin?” dedi Eren, odaya girdiğinde. Elinde iki kitap vardı, şaşkınlıkla arkadaşlarına bakıyordu. Odanın bir ucunda Deniz vardı, yere çömelmiş sessizce ağlıyordu. Yanında dikilen Caner taş kesilmişti. Odanın diğer ucundaki Burcu gözlerini kısmış, sahneyi izliyordu.
Ne oldu?”
Çiğdem yaklaştı ve fısıldadı: “Deniz hamile.”
Ah,” dedi Eren gülümseyerek. “Ama bu çok güzel bir haber… Amca oluyorum sayılır.”
Neşe içinde etrafına baktı; insanların haline bir anlam vermeye çalışıyordu. “Hiçbir şey olduğun yok,” dedi Deniz gözyaşları içinde. “Caner çocuğu istemiyor.”
Ne demek istemiyor?”
“İstiyorum!” diye bağırdı Caner. “Bunu nereden çıkardın?”
Benim karnımdaki çocuğun Gamze’ninkinden ne farkı var?”
“Annesi sensin.” dedi Caner. Elinden tutup Deniz’i kaldırdı. “Ben seni seviyorum.”
“Yalan söylüyorsun. Hamileyim diye böyle diyorsun.”
Caner bir kahkaha atacaktı; ancak Deniz’in durumunu da göz önünde bulundurduktan sonra vazgeçti. “Bir saniye.” Odadan dışarı çıktı.
“Öyle düşünmüyor.” dedi Ağca, o çıkınca. “Sürekli seni sevdiğini dinliyorum.”
Ayrıca Caner seni sevmeseydi bile, bu karnındaki çocuğun suçu olmazdı.”
“Çay senin sinirlerini yatıştırır.” dedi Çiğdem, bir iyilik perisini andırır bir edayla. “Ben gidip sana çay yapayım.” Mutfağa seğirtti.
Eren Deniz’i nazikçe koltuğa oturttu. Bir dakika sonra Caner odaya girdi ve Deniz’in yanına oturdu. Sol eliyle kızın avucunu sıktıktan sonra diğer avucunu açtı. Elindeki lacivert kutuyu açtı ve içindekini ona uzattı. “Bunu yarın sana verecektim; ama düşündüm de yarının olacağı kesin değil artık.”
Deniz ışıl ışıl parlayan yüzüğü parmağına geçirdi. “Bu,” dedi gözlerini elinden ayırmayarak. “Şey mi demek?”
Evet. Ben hayatımda senden başkasını istemiyorum. Yani bir de bu bebek olursa gayet güzel olur tabi.”
Deniz Caner’e sarıldı.
***
Bir şeyler bulduğunu umuyoruz.” dedi Deniz. Elleri hâlâ Caner’inkilerin arasındaydı, sesi o gece hiç olmadığı kadar şen şakrak çıkıyordu.
İşe yarar bir şeyler buldum mu bilmiyorum.” dedi Eren, kırmızı kitabı sehpanın üzerine açarak. “Ama bir fikir edindim.” Herkes masaya eğildi.
Şimdi,” diye söze başladı. “O duvardaki kısım bu.” Parmağını kitaptaki bir satıra bastırdı. “RAB’bin ruhu benim aracılığımla konuşuyor. Sözü dilimin ucundadır. Eski Ahit’in Samuel kısmından. Samuel’in kim olduğunu biliyorsunuz, değil mi?”
İsmail peygamber.” diye cevapladı Caner.
Evet. Ancak, işin daha ilginç bir kısmı var. Buraya göre, bu söz David’in son sözüymüş. David de-”
Davut” dedi Çiğdem. Elindeki fincanı özenle masaya bıraktı. “Bir peygamber daha. Bence bu peygamber işi çok da mantıksız değil.”
Ah, sen devamını bil hele. Oradayken bir de mesaj aldım. Yine Eski Ahit’ten; ancak bu defa Eyüp kısmından: Bir ben kurtuldum, sana anlatabilmek için. * Aslında bunun içinde bulunduğumuz durumla da ilgisi var; ama bundan önce fark ettiğim başka bir şeyi aktarmak istiyorum. Hoş fark etmek denmez ya ona, aslında zorladım biraz.”
Şimdiye kadar altı tane peygamberle ilgili mesajlar aldık, değil mi? Yusuf, Yunus, Nuh, İsmail, Davut ve Eyüp. Atılan mesajlar ve peygamberler birbirleriyle alakasız görünüyordu; ancak ben bir bağ olabileceğini düşündüm.”
İkinci kitabı masanın üzerine koydu.
Davut’un Kuran’da adının geçtiği ayet sayısı, yirmi sekiz… Eyüp sekiz, İsmail yirmi üç ve Nuh yüz on bir… Eğer toplarsak yüz yetmişi elde ederiz ki bu da-”
On ile on yedinin çarpımı.” dedi Ağca. Dudağını ısırıyordu.
Kesinlikle.”
Ama,” dedi Burcu. “Başkaları da vardı. Onları neden hesaba katmadın?”
İki kişi daha vardı, evet. Hazreti Yunus’la ilgili ayet, bizi sayılara dikkatimizi çeken ayetti. Yani o bizi 10:17 üzerine düşünmeye iterek görevini yerine getirmiş oluyordu. Yusuf’a gelince, o da-”
Fırat’la doğrudan doğruya ilgisi olabilecek tek peygamber.” dedi Ağca. Beti benzi hepten atmıştı. “Bunun bir şaka olmadığına iyiden iyiye inanmaya başlıyorum.”
Bir de şu AXAF var.” dedi Eren. Alnında küçük bir kırışık oluşup kayboldu. “Ne yazık ki onunla ilgili hiçbir şey bulamadım. Yani Araf kelimesine benziyor. Ama o kadar.”
R harfi yerine, neden X kullansınlar ki?”
Hiçbir fikrim yok.”
Şey de olabilir,” dedi Deniz. “F, Fırat’tır; A da Ağca. Ama diğer A ile X konusunda bir fikrim yok.”
Sanmıyorum. O durumda içinde C de olurdu. Öyle ya da böyle, benim de olayda parmağım var.”
Ben yine de bunun Fırat’la ilgisi olduğunu düşünmüyorum.” dedi Çiğdem. “Bence biri bunu kılıf olarak kullanıyor. Bizim o olaydan haberimiz bile yoktu. Eğer Fırat olsa yalnızca Caner’i ve Ağca’yı almaz mıydı?”
“Benim aklıma takılan bir şey var. Neden İncil’den de ayetler var ki?”
Ah,” dedi Eren. “Şu ‘Bu herif kendini peygamber sanıyor!’ teorisi aslında bir yerde bunu açıklıyordu. Gelen her yeni din, kendinden önceki bütün dinlerden beslenir.”
Ama İncil bozulmamış mıydı?”
Bir kısmı bozulmuş, evet. Ama hangi kısımlarının bozulmuş, hangi kısımlarının orijinal olduğunu bilmiyoruz. Ama orijinal kısımlarının da bulunması, onu Müslümanlar için de kutsal yapar. Zaten ona Kitab-ı Mukaddes demiyor muyuz?”
Ayrıca, düşünürsen şu an içinde bulunduğumuz durum günah çıkarmayı andırıyor biraz. Onun özünde hepimiz günahkarız ve eğer günahlarımızdan pişman olup onları itiraf edersek, kurtulacağız. Tabi doğru olup olmadığını ilerleyen saatlerde göreceğiz.”
Yani, ne var ne yok itiraf mı etmemiz gerekiyor?”
Temelde öyle. Ama “pişman olman” önemli. Tabi bu sadece benim teorim. Ama, yaptığı işi bir açıklaması, bir sebebi olmalı; anlatabiliyor muyum? Günahkarlar kurtuluşa eremezler. Söylediği ayetlerden biri buydu. Kurtuluşa ereceksek eğer, günahsız olmamız gerekiyor. ”
***
Eren siyah keçeli kalemini çıkardı ve ayetleri sarı renkli post-it’lere yazmaya başladı. Bitirdiğini koridora yapıştırıyordu. On dakika sonra AXAF kelimesinin etrafı sapsarı kesilmişti. Kendi kendine mırıldanarak düşünmeye başladı.
Gönderdiği ayetler, değil mi?” dedi Ağca, Eren’in omuzlarına kollarını dayayıp. “Yeterince anlam çıkarmadın mı bunlardan?”
Hâlâ kafamda oturmayan parçalar var.”
Diğerleri seni bekliyor. Aklına takılan ne?”
Yanlışlık şurada. Bu ayetlerin hiçbiri peygamber sözü değil. Yani bu hariç.” AXAF’ın altına kazınmış kelimeleri işaret ediyordu. “Aslına bakarsan, ayetlerin hiçbiri peygamber sözü değildir. Ayetler Tanrı kelamıdır. Burada tutarsız olan bir şeyler var.”
Bu adam kendini Tanrı olarak mı görüyor yani?”
Hayır. Kendini gerçekten Tanrı olarak görse, daha titiz çalışırdı. Sana ya da Burcu’ya bir şeyler yaptırmaya çalışmazdı. Tanrı başkalarına muhtaç değildir, anlıyor musun? Bir yanlışlık var ortada. Parçalar birbiriyle uyuşmuyor.”
Yani?”
Yani bu işi yapan yaptığı şeye inanmıyor. Bir amacı var; ama bunun peygamberlikle ilgisi olduğunu sanmıyorum. Anlamsız, sadece sayıya uysun diye seçilmiş ayetler var. Nuh tufanı hiçbir şekilde bizim bulunduğumuz durumla uymuyor örneğin. Eyüp’ün ayeti ise bence içlerinde en ciddisi.”
Bir ben kurtuldum, sana anlatabilmek için”
Ne demek istediğini anlıyor musun? Bu ayet de Nuh’unki gibiyse eğer, rasgele seçilmişse yani bize bir şey anlatmıyor demektir.”
Kasten seçilmişse…” Anladığında göz bebekleri korkuyla titredi. “Bunu yapan içimizden biri, değil mi?”
Bir ben kurtuldum.” diye fısıldadı Eren, başını sallayıp. “Ama sen dediği kim? Kime anlatacak?” Sonra sağ elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. “Bu anlattıklarımı kimseye söyleme, olur mu?”
Onların bunu bilmeye hakkı var.”
Bak bu adam o dördünden biri. Hiçbirine güvenemeyiz.”
Bana niye anlatıyorsun o halde?”
Birincisi, eğer bu işi sen planlasan Fırat’ı gözümüze sokup durmazdın. İkincisi, her şeye rağmen seni tanıyorum ve yüreğim sana güvenmem gerektiğini söylüyor.”
Ben… Teşekkür ederim, Eren. Gerçekten çok duygulandım.”
Hadisenize! Nerede kaldınız?”
Eren ve Ağca koridordan çıkıp salona girdiler. “Hele şükür gelebildiniz.” dedi Burcu. “Siz içerideyken biz bir şeye karar verdik.”
Neymiş o? Eğer beni kurban verecekseniz ölüp gitmeye hiç niyetim yok.”
Fırat’la konuşacağız.”
Şu an espri kaldıracak halde değilim pek. Ne demek istiyorsan, doğru düzgün söyle.”
“Ruh çağıracağız. Eğer seninle bir hesabı varsa görsün biz de buradan kurtulalım.”
*Eski Ahit, Eyüp, 1:19
***


Saçmalıyorsunuz!” dedi Ağca. Dördü yemek masasına oturmuş ona bakıyorlardı. Eren ise hemen yanındaydı ve o da en az onun kadar şaşırmış görünüyordu. “Bu işin Fırat’la bir ilgisi yok! Ruh çağırmak da nereden çıktı? Budalalaşmayın!”
Öyle mi?” dedi Burcu en tiz sesiyle. “Bu 10:17 saçmalığıyla ilgili her şeyin ona çıkmasına ne diyeceksin o halde?”
Biz Fırat’a yoruyoruz. Onu gömdüm diyorum size, gömdüm. Kendi ellerimle gömdüm hem de. Bunu Fırat’ın yapmış olmasına imkan yok.” Konuşurken ellerini hararetle sallıyordu.
Biz de bu yüzden ruhunun yaptığını düşünüyoruz. Şimdi, ya eğer bu masaya oturursun, ya da ben seni zorla oturturum.”
Ağca göz ucuyla Eren’e baktı. Eren başını ‘Otur,’ anlamında eğince pes etti ve masaya oturdu. “Peki ruh çağırmayı nasıl başaracaksınız?”
Ruhu zaten burada… Biz sadece onunla konuşacağız.”
Caner masanın altından yıpranmış, siyah bir masa oyunu kutusu çıkardı: Doğaüstü
Of saçmalamayın.” dedi Ağca Caner kutuyu açarken. “Onun gerçekten işe yarayacağını düşünüyor olamazsınız, değil mi?”
Daha iyi bir fikrin varsa söylesen iyi edersin.” Caner sessizce oyunu kuruyordu. Üzerinde alfabenin harfleri olan, dikdörtgen bir kartonu masanın ortasına yerleştirdi. Bu arada Deniz ışıkları karartmıştı. Masanın etrafındaki şamdanlardaki mumları ve sehpanın üzerindeki tütsüyü yaktı.
Ortam gergin olmasa Ağca bir kahkaha atardı. Herkes nefeslerini tutmuş, bir şeylerin olmasını bekliyordu. Burcu’nun alnında küçük ter damlaları belirmişti, Çiğdem’in ise her an bayılacakmış gibi bir hali vardı. Eren şüpheyle masadakileri süzüyordu.
Derken gerçekten bir şeyler oldu.
Kartonun ortasındaki minik ok fırfır dönmeye başladı. “Tanrım…” diye fısıldadı Deniz. Ok durdu.
G
G mi? G ne demek?”
Devam ediyor baksanıza.”
G, e, c, e… Gece, Geceden…”
“Geceden doğanlar içinde…”
“… en büyüğüne tapıyorum ben. Geceden doğanlar içinde en büyüğüne tapıyorum ben.”
“Masada huzursuz fısıldaşmalar oldu. Herkes birbirine baktı. Bir anda oda karanlığa boğuldu, tüm mumlar sönüvermişti.
***
Geceden doğanlar ne demek? Gece soyut bir varlık. Ayı, yıldızları mı kastediyor?” Deniz elektrik düğmesini çevirdi ve oda tekrar aydınlığa kavuştu.
Asıl sormamız gereken şu:” dedi Eren, gözle görülür bir şaşkınlıkla. “Tapmak ne demek? Bu peygamber teorisinin çöküşü demektir. Tanrı’dan başka bir şeye tapmaz onlar.”
Belki de kastettiği Tanrı’dır.” diye fikir yürüttü Caner.
Tanrı doğmamıştır. Kastettiği şey tanrı değil.”
En azından bizim inandığımız Tanrı değil.” dedi Çiğdem. “Bence geceden kastettiği pagan tanrılarından biri.”
Pagan tanrısı mı?”
Bilirsin mitolojik tanrılar. Hermes, Zeus, Aphrodithe gibi…”
Gece tanrısı hangisi peki?”
Gece tanrısı yoktur.” dedi Çiğdem gülerek. “Nyx bir tanrıça. Yurttayken sürekli bunları okurdum.”
Peki gerçekten de geceden doğanlar var mı?”
Eh birkaç tane tanrı ve tanrıça var, evet. Erebos’la, yani yeraltının karanlığıyla, birleşmesinden Aither’le Hemera, Esîr’le Gün doğmuş. Işıksal varlıklar yani.”
Işığın karanlıktan doğduğu teorisi buradan geliyor yani.”
Kastettiği bu olamaz.” dedi Eren. “Erebos’tan bahsetmedi.”
Bir de Gece’nin kendi kendine doğurdukları var. Moros, Ker, Thanatos, Oneiros, Morpheus, Hypnos, Klotho, Lakhesis, Atropo, Eris, Ate, Nemesis ve Horkos.”
Gerçekten birkaç tanelermiş. Bir de Türkçe konuşmayı denersen ayrıca sevineceğim.”
Ölüm, Kader, Uyku, Düş, Kabus, Kavga, Gaflet, Yemin…”
Hepsi Gece’den mi doğmuşlar?”
Evet. İnsan belleğini uyuşturan, onu belaya sürükleyen ne varsa hepsinin geceden doğduğuna inanılır ki yalan da değil hani.”
Peki bizim adamımız hangisi?”
Ah, bir fikrim var: Nemesis.”
Bunun N’nin alfabenin 17. harfi olmasıyla bir ilgisi var mı?”
Bak bunu fark etmemiştim.” Güldü. “Nemesis intikam tanrıçasıdır. Üç tane öç tanrıçası Erinys’in aksine o tanrısal öçtür. Tanrıların Gazabı o olsa gerek. İnsanlarda kendine aşırı güveni , gururu cezalandırırmış.”
Tanrısal öç… Bunu da Fırat’a bağlamayacaksınız değil mi?”
Özür dilerim; ama şu an daha iyisini göremiyorum.”
Fırat on yaşında bir çocuktu. Bu denli ayeti araştırmasını, Yunan mitolojisini didik didik etmesini nasıl bekliyorsunuz?”
Fırat on yıldır kızgın bir ruh. Bunları öğrenmesi zor değil. Hem nasıl inkar ediyorsun? Az önce bizi ziyaret etti!”
Af edersiniz; ama ben kafamın almadığı her şeyi doğa üstü güçlere bağlamakta pek de hevesli değilim.”
Yalnız, söylemem gereken bir şey var.” dedi Çiğdem. “Eğer bu iş gerçekten ‘Tanrısal İntikam’ ise sonumuz, ya da en azından Ağca’nın sonu, pek de iyi değil demektir.”
Ne demek istiyorsun?”
Olympos tanrılarının intikamları pek de güzel olmuyor demek. Artemis ve Apollon annelerini aşağılayan Niobe’nin bütün çocuklarını tek tek öldürdükten sonra kadını taşa çevirmişlerdi. Aphrodithe kendine yeterince tapınmayan Lemnos kadınlarına kocalarının bile dayanamadığı berbat bir koku vermiş; Hera’nın Hercules’e yaptıklarıysa malum.”
Volkanik patlamada kül olan Lut kavmi, Sodom ve Gomore, Nuh tufanı…” diye sıraladı Eren, söze karışıp. “Dinler tarihi felaketlerle doludur.”
“Hahaha,” diye güldü Ağca. “Ancak bu hoş teorinizde minicik bir kusur var: Fırat Tanrı değil.”
***
Tamam,” diye yutkundu Deniz. Caner’in elini sımsıkı tutuyordu, kaçmasını önlemek içindi sanki. “Madem itiraflarımıza devam ediyoruz, benim de anlatmam gereken bir şeyler var.”
Evet, hamileyim; ama Caner’i affetme sebebim bu değil. Yani sebepler arasında o da var ama…” Caner başını çevirip soran gözlerle Deniz’e baktı. Burcu burnundan bir soluk koyuverdi. Deniz konuşmaya başladı.
Caner’i affettim, çünkü beni sevdiğinden emindim. Bana zorla sahip olmaya kalkmadı, bana değer verdi. Eğer bugün sağlam bir ruh sağlığına sahipsem bu onun sayesindedir.”
“Cinsel tacize uğradım. Kuzenim tarafından.”
**


Liseli bir kız ıssız kaldırımda tek başına yürüyor. Sokaktan kurtulmak için adımlarını elinden geldiğince hızlı atıyor. Kucağında iki tane kitap var. En öndeki mavi kapaklı kitapta “On Birinci Sınıf Kimya” yazısı seçiliyor.
Demir parmaklıklarla sokaktan ayrılmış, bakımsız bir bahçenin önünde bir an duraklıyor. Bu bahçenin ait olduğu evi tanıyor. Çocukken buraya sık sık gelirdi.
Bu sokağı hiç sevmiyor. Yoluna devam ederken, paslı bahçe kapısı gıcırdayarak açılıyor. Kız arkasına baktığında kısa boylu bir yeniyetme görüyor.
Yüzü sivilcelerle dolu, yağlı saçları var. Ağzına dumanı tüten bir sigara yerleştirmiş. Deniz’i görünce sigaradan bir nefes daha çekip sigarayı yere atıyor; spor ayakkabısıyla üstün körü eziyor.
Bekle!” diye bağırıyor, Deniz’in arkasından. Kız durmuyor ve daha da hızlı yürümeye başlıyor. Koşmuyor, çünkü dikkat çekmekten endişeleniyor.
Sana bekle dedim!” diye tekrar ediyor ve koşup Deniz’i beyaz gömleğinden yakalıyor. “Bırak beni!” diyor Deniz, dişlerinin arasından.
Neden? Beni özlemedin mi?” Kirli ellerini Deniz’in yanağında gezdiriyor.
Yaptıklarını babana anlatmamı ister misin?”
Ben bir şey yapmadım!”
Kime inanır sence? Bana mı sana mı?” Ellerini kızın yanağından aşağıya indiriyor.
Sokağın başında daha genç bir delikanlı temkinle başını uzatıyor. Köşedeki binayı siper alarak yirmi metre önündeki ikiliye bakıyor. Biri hoşlandığı kız… Başının dertte olduğunu anlıyor.
Sırt çantasını yavaşça yere bırakıyor.
Hızla bakınırken gözüne bir değnek ilişiyor. Sağ eline alıyor ve fare peşindeki bir kedi gibi ihtiyatlı adımlar atarak yürümeye başlıyor.
Yapma…” diyor Deniz. O an, kuzeninin omzunun üstünden Caner’i görüyor. Caner sağ elinin iki parmağını ağzına götürüp, ‘Sus’ işareti yapıyor, gözüne düşmüş bir tutam saçı geriye atıyor ve iki eliyle değneği sımsıkı kavrıyor.
Aman Tanrım!” diyor Deniz, kuzeni kendinden geçip yere yığılırken. “Ne yaptın sen?”
Caner sağ ayağıyla bedeni şöyle bir dürttükten sonra “Bir şeyi yok,” diyor. “Yaşıyor. Sen iyi misin?” Deniz’in yere düşmüş kitaplarını topluyor; sonra elini uzatıp onu yerde yatandan uzaklaştırıyor.
İyiyim.” diyor Deniz, olanların şokunu üstünden atlatınca. “Beni nasıl bir beladan kurtardığını bilemezsin. Çok teşekkür ederim.”
Önemli değil,” diyor Caner gülümseyerek. Sakin görünmeye çalışıyor ama aslında içi kıpır kıpır.
Burada olduğumu nasıl bildin?”
Mm” diye geveliyor Caner, zaman kazanmak için. Onu buraya kadar takip etti; ama gerçeği söyleyemez. Eğer söylerse sebebini de anlatması gerekecek. Onu buraya kadar takip etti; çünkü ona onu sevdiğini söyleyecekti. Ama şimdi bunun çok da iyi bir fikir olmadığını düşünüyor. “Buralarda bir işim vardı.”
Ya,” diyor Deniz, hayal kırıklığıyla. Aslında o da Caner’den hoşlanıyor ve buraya sırf onun için gelmiş olmasını dilerdi.
Pek iyi görünmüyorsun,” diyor Caner, daha iyi bir bahane bulamayarak. “Bir yerlerde oturmak ister misin?”
Çok isterim,” diyor Deniz ışıl ışıl bir gülümsemeyle; ama sonra pişman oluyor çünkü fazla hevesli görünmek istemiyor. “Ama kalabalık bir yer olmasın.”
Denize bakan bir banka oturuyorlar. Caner ona beklemesini söylüyor, bir süre sonra elinde iki simitle geri dönüyor. “Kusura bakma,” diyor mahcup bir edayla. “Bu saatte çok daha iyisini bulamadım.”
Yo,” diyor Deniz . “Denize bakarken simit yemek iyidir.” Caner bu sözü duyunca simit boğazına takılıyor ve öksürüyor. “Beni öldürecektin” diyor gülmekten kıpkırmızı bir suratla.
Ay, çok özür dilerim ben.”
Simitten bir parça koparıp ağzına atıyor.
Şey, eğer konuşmak istersen bana anlatabilirsin.” diyor Caner, az önceki olayı kastederek. Deniz ona bakınca bir kez daha kıpkırmızı kesiliyor. “Özür dilerim, özel meselen, elbette bana düşmez.”
Hayır, biriyle konuşmak iyi gelir.” diyor Deniz. “Bunu kimseye anlatamadım şimdiye dek.”İç çekiyor.
O benim kuzenim, adı İsmet. Bir yıldır böyle davranıyor, her seferinde biraz daha ileri gidiyor. En sonunda babama bir şeyler söylemekle tehdit etti beni. Onu sarhoş edip benimle yatmasını sağlamışım, hamile olabilirmişim falan.”
Bunu neden babana anlatmıyorsun? Seni sıkıştırdığını söylesene.”
Bana inanır mı sence? Suçumu hafifletmek için anlattığımı düşünür ve kendimi İsmet’le evlenmiş bulurum.”
Üniversiteye gitmene birkaç ay kaldı. Orada sana ilişemez.”
Benim hedefim de birkaç ay daha dayanmak zaten. Ama şu son tehdidini gerçekleştirirse eğer üniversiteye falan gidemem.”
Hayır!” diyor Caner birden kızarak. Boş bulunup Deniz’in ellerini tutuyor. “Ben seni korurum.”
Çok tatlısın; ama bir de senin başını belaya sokmak istemem.” İçtenlikle gülümsüyor ve simitten bir parça daha koparıyor; ancak bu defa denize fırlatıyor. Tepelerinde dönen kocaman martılar çığlık atarak simide üşüşüyorlar.
Bizim eve giden iki yol var; biri o sokaktan geçiyor. Diğeri ise mezarlığın yanından; ama ben orayı kullanmaktan hoşlanmıyorum. Orası bundan daha tehlikeli; ne kadar ayyaş, keş adam varsa orada. Dediğim gibi bir iki ay dişimi sıkacağım sadece.”
Olmaz öyle şey, o adamın sana nasıl davrandığını gördüm. Bundan sonra her akşam seni evinin olduğu sokağa kadar bırakacağım.”
Babam görürse seni öldürür.”
Görmemesini ummaktan başka yapabileceğim bir şey yok.”
Bunu neden yapıyorsun?”
Caner Deniz’in sarı saçlarına, ela gözlerine bakıyor. O ana dek hissetmediği bir tutkuya kapılıyor o an; Deniz’e sarılmak ve onu öpmek istiyor. Yine de kendini tutuyor.
Deniz Caner’in bir lise öğrencisine göre uzun sayılabilecek sarı saçlarına, yeni yeni çıkan ince sakallarına bakıyor. Okul müdürü mayıs ayı olduğu için esnek davranıyor onlara. O ana dek hissetmediği bir tutkuya kapılıyor o an; Caner’in ona sarılmasını ve onu öpmesini istiyor.
“Saat geç oluyor.” diyor Caner, “Ailen endişelenecek.”
Onlara dershaneye uğradığımı söylerim.”
İnanırlar mı ki?”
İnanmalarını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yok.”
***
Evet, bu hayli romantik bir hikaye.” dedi Ağca, huzursuzca gülümseyerek. Bir yandan Burcu’yu süzüyordu. Burcu tepki vermedi.
Okuldan çıktıktan sonra nereye kaybolduğun hayli dedikodu konusu olmuştu,” dedi Eren. Ağzı kulaklarındaydı, yüzündeki kızıl çiller hepten belirginleşmişti. “Ama kimse dönemin en güzel kızını tavladığını düşünmemiştir, en azından benim kulağıma gelmedi. Sanırsam bundan Ağca’nın da haberi yoktu, değil mi?”
Caner “Hayır,” diye mırıldandı.
“Gerçekten dönemin en güzel kızı ben miydim?” dedi Deniz. Burcu onun gösteriş yaptığını düşünmeden edemedi. Gür, parlak saçları olan herkes dönemin en güzel kızı ilan edilirdi zaten.
Jale hayli sıkı bir rakibeydi, kabul etmem lazım; ama sanırım ben oyumu senden yana kullanacağım.”
Sahi, ona ne oldu?” diye sordu Deniz. “Ondan haber alamadım.”
Kenan ile evlendiler.” dedi Ağca. Bacak bacak üstüne atmıştı. Şu an odadaki sakin hava en çok onun hoşuna gitmişti, gece boyunca ilk defa rahatladığını hissediyordu ve şu an bir bira içmek dışında hiçbir şey yapmak istemiyordu.
Hadi canım!”
Onlar Ankara’ya gittiler beraber işte. Birer mühendislikte okuyorlar, hatırlayamadım şimdi. Birinci sınıfın sonunda evlenmişler.”
Lise aşkıyla gerçekten evlenen biri olduğunu bilmek ilginç.” dedi Burcu, iğneli bir sesle. Deniz onu umursamadı.
Ben mutfaktan bir bira alacağım.” dedi Ağca. Eski enerjisine kavuşmuştu. “Bir şeyler isteyen biri var mı? Pekala, gidiyorum.”
Bir saati aşkın zamandır, O’ndan haber almamışlardı ve kimsenin bundan şikayet ettiği yoktu.
Gerçekten Kenan ile evlenmişler öyle mi? Bu çok hoş, lise birden beri çıkıyorlardı, değil mi?”
Bence saçma,” dedi Eren. “Gözünü açınca ilk gördüğün erkekle evlenmek yani… Kadınları anlayamıyorum.”
Kimse sizin kadınları anlamanızı beklemiyor zaten.” dedi Çiğdem gülerek.
Ağca birasını bitirdiğinde huzursuzluğunun geri döndüğünü hissetti. Hızlı bir gecenin ardından gelen bu huzurlu (!) ortam ona yapay geliyordu. Kalbi hâlâ kelepçelenmiş gibiydi.
***
Masanın etrafındakileri gözlüyor. Her biri keyifli, her biri mutlu, çünkü uzun zamandır ondan haber alamadılar.
Gaflet içindeler.
Yaşadıkları deneyimin farkında bile değiller; öğrendiklerindeyse çok geç olacak.
Her biri yüzüne sahte bir maske takmış. Günahlarını türlü türlü sebeplerle örtbas etmişler.
O, bunun bitmesini istiyor.
Maskeler düşsün istiyor.
İzin alıp ayağa kalkıyor ve lavaboya gitmek için koridora geçiyor. Lavabo koridorun sonunda…. Kapının önünce duruyor ve arkasına dönüyor. Buradan salondaki kırmızı kanepe görünmüyor; demek ki onlar da onu göremezler. Duvara, yazdığı kelimelere, bakıyor: AXAF. Etrafına bir sürü sarı post-it yapıştırılmış.
Bu dört harfin yanına cebinden çıkardığı çakıyla bir şeyler daha kazıyor ve gerçekten de lavaboya giriyor.
Kirli sepetine sakladığı ikinci telefonunu çıkarıyor. Diğerinin sol cebine uyguladığı hafif basıncı hissedebiliyor. Telefonun ekranında büyük rakamlarla 05:44 yazıyor. Telefonda hızlıca bir mesaj yazıyor, on beş dakika sonra yollamak üzere ayarlıyor ve açılan ekrandan bir isim seçiyor.
Bir dakika sonra lavabodan çıkıyor.
“Hey!” diye bağırıyor heyecanla. “Burada görmeniz gereken bir şey var! Tanrım, ben tuvalete girerken bu yoktu, yemin ederim!”
***
Ah,” dedi Eren tiz bir sesle. AXAF kelimesinin yanına kazılmış rakamlara bakıyordu: 1017. “Demek anlamı buymuş. Araf pek de mantıklı değildi zaten.”
AXAF’ın bir anlamı olduğunu bilmek de ayrı bir zevk hani,” dedi Caner gülerek. “Ama 1017 ile bağlantı kuramadım.”
A, alfabenin birinci harfi, F de yedinci. Rakamlarla harfleri eşleştirmiş.”
X ile 0’ın ne bağlantısı var peki?”
Türk Alfabesi’nde X diye bir harf yok, bu yüzden sıfırla onu eşleştirmiş.”
Neden W ya da Q değil de X?” dedi Çiğdem. Gözlerini kısmış duvara bakıyordu.
Hiçbir fikrim yok.” dedi Eren. “Belki X in gizemli yanından dolayıdır. Bu iş canımı sıkmaya başladı.” Ağca’ya baktı.
BİP! BİP!
Mesaj mı geldi birine?”
Bana geldi.” dedi Çiğdem, morali bozulmuştu. Mesajlar hayra alamet değildi. “Açmalı mıyım?”
Elbette.”
Kötü bir şey olsun istemiyorum.” Cebinden telefonunu çıkardı, kapağını kaldırdı ve bir saniye ekrana baktıktan sonra çığlık atarak onu yere fırlattı.
Salondaki saatin yelkovanı 12’nin üzerine geldi.
***


Ne oldu?”
Çiğdem kendini karşı duvara atmıştı, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. “O mesajda ne vardı?”
“Bilmemesi gereken bir şey…”
iğdem ekrana baktığında altı kelime görmüştü, bir başkası için belki de hiçbir anlam ifade etmeyecek kelimelerdi bunlar: İntikam’ın tadını sen de iyi bilirsin.
Salona geç,”
Burcu ve Deniz’in Çiğdem’in koluna girip kızı salona taşıdılar. “Neyin var canım?”
Bunu nasıl biliyor?”
Neyi nasıl biliyor?”
***
Sizi kahrolasıca sümüklüler,” diye bağırıyor kadın. Yüzü hiddetten kıpkırmızı kesilmiş, eğilerek çocuklara bağırıyor.
Üç yaşlarında İki küçük kız çocuğu ağlıyorlar. Kumral olanı kadının eteklerine yapışıyor.  “Leman anne, Leman anne biz bir şey yapmadık.”
Bana anne deme, piç!” diyor kadın. Bir tekmeyle çocuğu savuruyor. Kız pislikten rengi griye dönmüş yeşil halı üzerinde sürükleniyor ve kafasını eski bir kanepeye çarpıyor.
Ona niye vurdun?” diyor siyah saçlı olanı. O arkadaşından birkaç ay daha büyük. Kadın bu kıza da bir tokat atıyor. “Sen sus!”
Yapma!” diyor diğeri, sendeleyerek yürüyor. Leman anne ayağındaki terliği çıkarıp fırlatıyor. Terlik kumral kızın alnına çarpıyor, kız yere yığılıyor.
***
Hırsız!” diye uluyor kadın. Kısa boylu ve kilolu, kısa saçlarını da kızılımsı bir sarıya boyamış.
Burcu gözlerini dikmiş, yere bakıyor. Kadın kocaman elleriyle küçük kızı omzundan tutup sarsmaya başlıyor. “Nereye koydun söyle! Söyle!”
Bana bak!” Yanağına hızlı bir tokat atıyor. “Cevap ver bana, sümüklü, cevap ver!”
Ben senin paranı almadım. Neden alayım, sanki para harcayabileceğimiz bir yer var!”
Pekala,” diyor kadın. “Yalan konuşmaya devam et. Bir hafta yemek yok sana, odandan da dışarı çıkmayacaksın. Bir hafta sonra görüşeceğiz. Anladın mı beni?”
***
Bırak beni!” diyor Çiğdem. Burcu kollarını tutmuş onu sımsıkı çekiyor.
Ben yapacağım.”
“Sana beni bırak dedim.”
Çiğdem kendini Burcu’nun kollarından kurtarıyor ve binanın bahçesine giriyor. Elindeki bidondaki benzini dolaştırarak bütün bahçeye döküyor.
Yalvarırım yapma!”
Çiğdem gülüyor. Dışarı çıkıyor, Burcu’yu da sürükleyip. Burcu korkuyor. Çiğdem cebinden bir çakmak çıkarıyor ve yaktığı gibi bahçeye atıyor. Tüm bahçe bir anda tutuşuveriyor. Aylardan ekim, kurumuş yapraklar yangını hızlandırıyor ve tüm bina alevler içinde kalıyor.
***
Çiğdem gergin bir şekilde o sabahki gazeteyi okuyor: Çocuk Yurdunda Yangın: 7 Ölü, 21 yaralı
Dün gece çıkan yangında altısı çocuk yedi kişi öldü. Yaralılardan dördünün durumu ağır… Çocukları yangından çıkarmaya çalışırken alevlere yenik düşen Leman Erkara kaldırıldığı hastanede hayatını yitirdi.
Yangının sebebi henüz bilinmese de polis kundaklama ihtimalinden şüpheleniyor.
Leman ölmüş mü?” diyor Burcu, sesi titriyor.
Leman umurumda değil.” diye cevaplıyor Çiğdem. O da onun kadar korkmuş. “Altı çocuğu öldürdüm.”
Ne yapacağız?”
Bilmiyorum… Neden o kadar içtik ki?
Çocuklar… Masum çocuklar… Of!”
Şöyle düşün bir de, o cadı yaşıyor olsaydı çocuklar daha büyük azap çekeceklerdi.”
Ama biz onu kahraman yaptık şimdi!”
Onun çocuklar için hayatını tehlikeye attığına inanamıyorum! Ömrümün yarısı boyunca ondan sebepsiz yere dayak yedim ben…”
***
Hikaye bittiğinde kimse konuşmuyordu. Çiğdem ve Burcu el ele tutuşmuşlardı. Eren ikisine saatler önce Ağca’ya baktığı gibi bakıyordu.
Çocuk katili
Kimse bir yorum yapmak istemiyordu.
Çığlıklarını dinlediniz mi?” dedi Eren, yutkunarak.
Anlamadım?”
O çocukları diri diri yaktınız ya… Çığlıklarını dinlediniz mi?”
Biz kimseyi…” Cümlenin ortasında gözyaşlarına boğuldu. Devam edemedi. “Çok alkollüydük, ne yaptığımızın farkında bile değildik.”
Konuşma…” diye fısıldadı Burcu. “Kendimizi onlara savunmak zorunda değiliz?”
Evet zorundasınız.” diye tısladı Eren. “Eğer arkadaşlarımın arasında çocuk katilleri varsa bunun sebebini bilmek benim hakkım.”
“Sen kim oluyorsun?” dedi Burcu. Gözünden yaşlar akıyor, elleri titriyordu. “Burada durmuş, bizi sorguya çekiyorsun. Ama gece boyunca bir tek hikaye bile anlatmayan tek kişi sensin!”
“O ne demek oluyor?”
Yani orada öylece beni sıkıştırmaya hakkın yok! Nesin sen, sütten çıkmış ak kaşık mı? Sen de dökül bakalım neyin var neyin yok!”
Hiçbir şeyim yok benim!”
Hadi oradan. Bir şeylerin olmak zorunda.”
Ama yok, tamam mı? Ben hiç çocuk öldürmedim!”
“Sana çocuk öldürdün diyen yok! Sadece beni aptal yerine koymayı kes!”
Burcu haklı,” dedi Ağca, tok bir sesle. “Senden başka herkes bir şeyler anlattı.”
Eren yaşlı gözlerle Ağca’ya baktı. Gözlerini kırpıştırdı sonra. “Bir şeyler var, tamam. Ama onun bu konuyla hiçbir alakası yok.”
“Ne demek yok? Bütün gizlerinizi açığa dökün dedi ya.”
Bir giz değil bu. Yani anlatmaktan hoşlanmıyorum ama… Her neyse, şu an anlatmak istemiyorum bunu. Üzerime gelmeyin lütfen.”
Salonu terk etti.
Ağca ve Caner peşinden gittiler. Eren kendini yatak odasının karşısındaki odaya kapatmıştı. “Aç şunu!” diye kapıyı yumrukladı Ağca.
Bir dakika sonra Eren kapıyı açtı.
Buraya girdiğim iyi olmuş.” dedi gülümseyerek. “Sanırım sevgili sapığımız bu odayı kullanmış.”
Kenara çekildiğinde Ağca odanın ortasında bir masa olduğunu gördü. Masanın ortasında kitaplar vardı.
Kuran-ı Kerim, İncil, mitoloji kitapları, ansiklopediler… Sence tüm bunları bunlardan yola çıkarak mı yapmış?”
Olabilir… Ama sorumuz şu: Kim?”
***
O odayı asla kilitlemeyiz…” diye açıkladı Caner. “Eve giren herhangi biri orayı kullanabilir.” Ağca mutfaktan aldığı biradan bir yudum içti.
Evet.” diye onayladı Deniz. “Orada eski kitapları, eşyaları falan depoluyoruz.”
İyi de,” dedi Eren. “Bu durum bu sapığın evin içinde olduğunu kanıtlamıyor mu? Bize fark ettirmeden dışarı çıkamayacağına göre.”
Yo, kanıtlamaz.” dedi Deniz. “Bizim eve önceden de girmiş olabilir. Dediğim gibi orayı kullanmıyoruz, kimin girip çıktığını da takip etmedim.”
Burası öğrenci evi,” dedi Caner omzunu silkip. “Herkes olabilir.”
Bence bu manyak içimizden biri…”
Ne diyorsun sen?”
Bu manyağın sizlerden biri olduğunu söylüyorum.”
Ha, sen çok masumsun yani?”
Eren ayağa kalktı. Duvardaki saat altı elli dördü gösteriyordu.
Benim hikayeme gelince…” diye söze başladı. “Aslında siz bunun nasıl sonlandığını biliyorsunuz.” Caner ve Ağca’yı işaret ediyordu.
Çocuk uyuyor. Yorganın altında. Bir tek sol ayağı dışarı çıkmış. Uyanıyor. Yüzü terden sırılsıklam… Yorganı üstünden atıp yatağın üzerine oturduğunda ayakları yere değmiyor.
Kucağında ayısıyla yürüyor. Oda karanlık. Korkuyor; ama boyu elektrik düğmesine yetmiyor. Duvarındaki Mickey Mouse saatinin tiktakları onu korkutuyor. Odadan çıkmak istiyor.
Holün sonunda bir ışık görüyor. Anne ile babanın odası… Baba evde yok. Anne kitap okuyor olmalı. Anne onu korur.
Yürüyor. Karanlıkta hol ona olduğundan da uzun geliyor.
Kapının aralığından beyaz ışık sızıyor. Eren’in boyu ancak anahtar deliğine kadar yetiyor. Eren kapıyı itecekken aralıktan Anne’yi görüyor. Anne geceliğiyle yatağın üzerinde oturuyor. Üzerindeki beyaz, ipek geceliği baba ile Anneler Günü’nde aldılar. Baba mavi olanını beğenmişti; ama Eren’in zevkine güvendi. Anne geceliği beğenmişti.
Eren’e sarılıp öpmüştü. Eren Anne’yi seviyor. Baba’yı da seviyor. Baba bir keresinde onu sinemaya götürmüştü. O zamanlar henüz bebek sayılırdı; ama Eren artık büyümüştü.
Eren içeri girecekken odada birinin daha olduğunu gördü. Baba’ya benziyor; ama o değil. Baba’nınki gibi kaslı kollarıyla Anne’ye sarılıyor. Baba’nınki gibi büyük elleriyle Anne’nin saçlarını okşuyor. Eren Anne’ye zarar vereceğini düşünüyor adamın. Anne korkup bağıracak.
Ama Anne bağırmıyor.
Adam Anne’ye dokunuyor. Ama Baba nerede?
Eren’in kucağındaki pelüş ayı yere düşüyor. Ama Eren almıyor. Eren gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyor. Anne ve Adam tıpkı televizyondaki Anne ve Baba’lar gibi.
Yoksa Baba artık Baba olmayacak mı?
Adam Baba, Baba Adam mı olacak?
Eren korkup kaçıyor. Holdeki karanlığa, tik tak eden Mickey Mouse saatine aldırmadan yatağına varıyor ve yorganın altına giriyor.
Ağlıyor.
Ağlıyor ve uyuyakalıyor.
Sabaha kadar uyuyor. Yüzünde yaşlar kuruyor. Sabah Anne onu öperek uyandırıyor. Ama Eren uyanmak istemiyor.
Anne gülümsüyor ve ona kahvaltıya gelmesini söylüyor. Eren Anne’ye Adam’ı sormak istiyor. Ama gerekli kelimeleri bilmediğini anlıyor. Gördüklerini açıklayacak kelimelere sahip değil.
Eren konuşmuyor. Anne onu gıdıkladığında bile keyfi yerine gelmiyor. “Hadi giyin de aşağıya gel.”
Somurtkan bir şekilde giyinmeye başlıyor. Bugs Bunny’li pijamasını sıyırıyor, onun yerine Mehmet’in ona doğum gününde aldığı kırmızı t-shirt’ü giyiyor. Mehmet, Anne’nin kardeşi… Eren doğum gününün tarihini üç aydır biliyor. Doğum günü 21 Ağustos.
Eren evde giydiği ayakkabılarını giyerken kapı çalıyor.
Baba geldi. Bir elindeki parmak kadar gündür Baba evde yoktu. Eren onu özlemişti. Koşmaya başlıyor. Merdivenlere geldiğinde yavaşlıyor; çünkü Anne ona hep merdivenlerde koşmamasını söyler.
Ama Eren durmuyor. Tam bir basamak inmiştis ki, ayakkabılarının bağcığına basıp tökezliyor. Sağ elinin dirseği merdivenlerin el koyulan kısmına çarpıyor. Eren bunlara korkuluk dendiğini yeni öğrendi. Yuvarlanmaya başlıyor.
Anne’nin çığlıklarını duyuyor. Baba koşuyor; ama yetişemiyor. Başı yere çarptığında Eren kendinden geçiyor.
Başına dikiş attıklarında Eren hiç ağlamıyor. Eren iğneden korkmuyor çünkü. Eğer korksaydı ağlardı. Sınıfına hemşireler geldiğinde de ağlamamıştı. Arkadaşları Nail ve Orçun ağlamışlardı; ama Eren korkmamıştı.
Yine korkmuyor.
Babası Eren’in ellerini avuçlarının arasına almış. Eren babasına bakıyor. Baba gülümsüyor. Eren kolunun incindiğini öğreniyor Doktor’dan. Doktor ona şeker uzatıyor. Şeker naneli. Eren’in boğazını yakıyor.
Eren çilekli şekerleri daha çok seviyor.
Arabaya biniyorlar.. Eren arabaya girince beresini çıkarıyor çünkü arabanın içi sıcak. Oysa dışarı soğuktu. Aylardan kasım.
Eren ayları biliyor.
Eve gelince Anne iniyor. Temizlik yapacakmış.
Anne çıkınca “Biraz yaramazlık yapalım mı?” diye soruyor Baba ona, gülümseyerek.
Eren arkadaşlarının oyun oynadığını görüyor. Ağca ve Caner Nail'le kavga ediyorlar. Onlar zaten hep beraberler; ama Eren onlar gibi yaramaz değil.
McDonalds’a gider bir şeyler yeriz, ne dersin?”
Annem diyo’ ki o çok kötü ve pismiş.”
Aman annen de çok konuşuyor.” Babası gülüyor. “Biz gidip erkek erkeğe kaçamak yapacağız. Bilmesine gerek yok, değil mi?”
Tamam.” diye gülüyor Eren
Baba direksiyonu kırıyor.
“Restoranda parkın yanına oturuyorlar. Baba Eren için bir çocuk menüsü istiyor. “Sen yemeyecek misin?”
Babanın yediklerine biraz dikkat etmesi gerek, ufaklık.”
Baba…” diyor Eren, hamburgerinden bir ısırık aldıktan sonra. “Sen benim babamsın di mi? Yani ne olursa olsun hep babam olarak kalacaksın.”
Bu da ne demek şimdi?” diyor Baba. Yüzü asılıyor. “Öyle elbette.”
Yok sadece sordum.”
Normalde Baba öne oturmasına izin vermez; ama bu defa onu öne oturtuyor
Yolda Baba hiç konuşmuyor. Arada Eren’e dönüp gülümsemekle yetiniyor sadece. Eren bir şeyler olduğunu anlıyor. Belki de kendi dedikleri yüzündendir.
Anlamıyor. Eve geldiklerinde televizyonu açıyor ve izlemeye başlıyor.
Anne evde yok.
Baba yavaşça yatak odasına gidiyor. İçeri girecekken yerde bir şey görüyor. Eğilip alıyor. Bu Eren’in oyuncak ayısı…
Acaba gerçek olabilir mi bu?
Bir şeyler olmuş olabilir mi? Eren bir şeyler görmüştür. Başını çevirip mutlu mutlu televizyon seyreden oğluna bakıyor.
Odaya giriyor.
Yatağına bakıyor. Baş kısmında iki yastık var.
İkisi de çökük.
Dokunuyor.
İkisi de sıcak.
Anahtar kilitte dönüyor ve Anne elinde poşetlerle içeri giriyor. “Vay, geldiniz mi? Şimdi çabucak bir şeyler hazırlarım. Hemen makarna yapabilirim.”
Eren başını sallıyor çünkü karnının tok olduğunu söylerse Baba’yla McDonalds’a gittikleri anlaşılacak. Karnı acıksın diye evin içinde koşturmaya başlıyor.
Koşma! Bi yerine bi şey olacak yine! Baban gelmedi mi?”
Geldi.”
Kadın kocasının üstünü değiştirdiğini düşünüyor. Poşetleri masasının üstüne bıraktıktan sonra yatak odasına gidiyor. “Gelmiyor musun?”
Kocası yatağın üzerinde oturuyor. “Ben aptal değilim, Özlem.”
Efendim?”
Eren bana bugün babası olup olmadığımı sordu. Her ne olursan olsun hep babası olarak kalıp kalmayacağımı sordu.”
***
Annen ve baban bu yüzden boşandı yani?”
Evet,” dedi Eren. Masanın üzerindeki bira şişesini kaptı, bir dikleyişte bitirdi. “Benim daha ağır bir şeye ihtiyacım var.
Bunun dedikodusunun çıktığını hatırlıyorum;” dedi Caner. “ama annen anneme kavga ettiklerini söylemişti.”
Etrafa öyle diyorlardı sanırım. Bilmiyorum ben de çok iyi hatırlamıyorum zaten.”
Ama burada senin bir günahın yok ki.” dedi Deniz, ellerini onunkilerin üstüne koyarak.
Eğer aptalın teki olmasaydım mutlu evlilikleri asla bozulmazdı.”
Ama tekrar barıştılar,” dedi Ağca.
Demek ki o kadar da mutlu değilmiş,” dedi Burcu aynı anda. Eren dik dik ona baktığında omzunu silkti.
Barışmadılar. İkisi de beni az görmeye dayanamıyordu; yeniden evlenmek zorunda kaldılar. İkinci defa hayatlarını zehir ettim yani.”
Bak baştan aşağı yanlış düşünüyorsun.” dedi Deniz. “Bunun olmasını sen istemedin. Elbette çocuk aklınla baban için korkacaktın; öte yandan çocuk olmana rağmen hayli iyi idare etmişsin.”
Çocuk aklımla iyi idare etmişim, öyle mi? Sen böyle bir şey yaşadın mı? Sizin için konuşmak kolay tabi. Kendi ailemi yok ettim ben.”
Abartıyorsun.” dedi Burcu.
Abartıyor muyum? Senin en son ne zaman bir ailen olmuştu? Senden ailenin önemini anlamanı beklemiyorum zaten.”
Burcu Eren’i itti. “Bana bulaşma çocuk. Annenin o işi yapmasının sorumlusu ben değilim.”
Doğru,” dedi Deniz bıyık altından gülerek. “Burcu Hanım ancak kendisinden sorumludur.” Fırsatı kaçırmamıştı.
Seninle bir daha kavga etmeyeceğim.” dedi Burcu dudağını ısırarak. “Ama ben ve Çiğdem sizler gibi şanslı olmadık. Bunu ikide bir yüzüme vurmaktan vazgeçin. Ailemin beni terk etmesini ben istemedim. Babandan şikayet edip duruyorsun, ama bir babaya sahip olduğun için ne kadar şanslı olduğunun farkında değilsin. Çiğdem’in bir aileye sahip olma şansı vardı, yapmam lazımdı!”
Tabi, her sorunumuzun çözümü için erkeklerin altına yatalım! Kadınız ya, hiçbir haltı beceremezsek bunu yaparız! Kadın ismini lekeliyor senin gibiler.”
Tükürdü.
Burcu var gücüyle sağ yumruğunu sıkıyordu. Çiğdem köşesine sinmişti; Burcu’nun dostu olduğu için asla pişman olmamıştı, dün gece ona tokat attığında bile. Ama bu kadar fedakarlık ona bile fazla geliyordu. Ağca ise bu konuda konuşmamaya karar vermişti. Caner ve Eren’e gelince… Bu onların meselesi bile değildi.
Bakın,” dedi Eren. Konuyu kapatmak istiyordu. “Sakin olmamız lazım. Saatlerdir buradayız ve artık ciddi bir plan kurmamız gerekiyor.”
Başından başlayalım. Belki bir ipucu buluruz. Olayları baştan alalım. İlk ne oldu?”
Siz gelmeden önce bir şey yoktu,” dedi Caner. Deniz başını sallayarak onu onayladı. “Pencereler falan açılıyordu. Sonra ilk olarak Eren geldi, televizyonun karşısına oturdu, ben de mutfağa geçtim.”
Sonra içeri ben girdim,” dedi Deniz. “Duştan çıkmıştım. Eren kanallar arasında geziniyordu, değil mi?”
Evet. Sonra siz üçünüz geldiniz. Bir dakika sonra Caner elinde biralarla içeri girdi, o sırada kapı tekrar çaldı; ama bu sefer kilitliydi. O arada hepimiz buradaydık, kimse kapıyı kilitlemedi; ama açılmıyordu. Ve girişteki sehpanın üzerinde bir zarf vardı.”
İçindeki bir CD ve polaroid vardı. CD’de ne diyordu hatırlamıyorum tam ama.”
Hâlâ müzik setinin içinde,” dedi Ağca. Uzanarak oynat tuşuna bastı. Hoparlörden çıkan ses cızırtılıydı.
Kapıyı açamamış olmalısınız, değil mi?
Merak etmeyin, o kapı en nihayetinde açılacak. Eğer siz olayı kuralına göre oynarsanız tabi.
Size yirmi dört saat süre tanıyorum. Bu yirmi dört saatte, birbirinize söylediğiniz bütün yalanları düzelteceksiniz. Aksi takdirde, yarın akşam dokuzdan itibaren saat başı birinizi öldüreceğim.
Unutmayın, bana numara yapmaya çalışırsanız anlarım.
İyi eğlenceler.”
Yarın akşam dokuzdan itibaren…” diye tekrar etti Caner, herkese sevimsiz gelen bir şekilde. “Artık o kadar da uzak gelmiyor, değil mi?”
Bakın en başından beri söylüyorum,” dedi Ağca. “Bu çok saçma. Hepimiz birlikteyken “saat başı birimizi” öldüremez. Mantıklı değil.”
Belki bizi bağlayacaktır.”
Sanmıyorum.”
Bir dakika,” dedi Eren elini kaldırarak. “Hâlâ cızırtı geliyor. Az, ama geliyor. Teyp hâlâ kayıtta yani. Biz, bu kadarını dinledikten sonra kapatmıştık, değil mi?”
Hoparlördeki ses boğazını temizledi.
Bunu çarçabuk bulmuş olmadığınızı ümit ediyorum dostlarım; çünkü müzik çaları kapatmak niyetindeyim. Aslında biraz da sizin hafızalarınıza güveniyorum bu konuda, herhalde hiçbiriniz onu kimin kapattığına dikkat etmemiştir bile.
Öte yandan, sevgili ortağım Malkoçoğlu çıkıp ‘Ben yaptım!’ diyecektir, ya da siz onu zorlarsınız. Bunu niye anlatıyorum? Eğer o zamana kadar cesaretini kazanıp da size bir şeyler anlatmamışsa bile, bundan sonra anlatacaktır.
Onu zorladım; ama elimde kozlarım vardı değil mi?
Sırlarınıza pek güveniyorsunuz. Ama Kral Midas’ın öyküsünü de bilirsiniz. Midas eşek kulaklı olduğunu sır gibi saklıyormuş. Bunu bilen tek kişi berberiymiş, çünkü saçlarını keserken görüyormuş. Ama bir gün bu sır ona çok fazla gelmiş ve bir taşı kaldırıp altına fısıldamış: Midas’ın eşek kulakları var!
Gezginin biri taşı kaldırdığında berberin bağıran sesini duymuş: Midas’ın eşek kulakları var!
Ve sır böyle ifşa olmuş.
Sırlarınızı berberlerle paylaştığınızın farkındasınız, değil mi? Ağca ve Caner ortak olabilirler; ama ikisi de birbirinin berberiydi bir yerde. Belki de biri bir taşın altına bir şeyler fısıldamıştır. Bilemeyiz.
Tuvalet’in karşısındaki yazıyı hatırlıyorsunuz, değil mi? Umarım bu kayıt ben onu yazdırmadan önce ortaya çıkmamıştır; yoksa sürprizi berbat etmiş olurum. Her neyse...
Gecenin başında ortaya çıkmadığına eminim. İçinizden biri ‘Hey! Şu olayların üstünden geçelim bir.’ demeden de çıkmayacak, sorun bu sivri zekanın ne zaman konuşacağı zaten.
Kurtarıcılar zor zamanlarda ortaya çıkar derler. Doğru mudur bilemem.
Sizi iyi tanıyorum, biliyor musunuz? Aslında bu eğlenceyi düzenlememe gerek de yoktu aslında, gözümü kapatsam hepsini görebilirdim.
Eren bir hayli sinirlenmiştir, Fırat’ı duyunca. (Veya sinirlenecek. Ters bir şey söylemedim, değil mi? Neyin ne zaman olacağını kestiremiyorum pek, kusuruma bakmayın benim. Ben de bir insanım sonuçta.) Burcu’yu hiçbirinizin anlayamadığından da eminim. Şu yere göre sığdıramadığı, uğruna kendinden vazgeçtiği sevgili kankası Çiğdem bile.
Sahi, Çiğdem neden bu kızla takılıyorsun anlamıyorum. Yani Ağca’yı anlayabiliyorum, en azından teorilerim var ama, senin için bir sebep göremiyorum. Tamam çocukken dostunmuş ama, aradan geçmiş on beş, yirmi sene. Daha iyi bahanelerin olmalı bir fahişe ile dostluk yapman için. Belki küçük bir öpücük- ehem, her neyse.
Fahişe dedim de… Sadece bedenini satmaktan bahsetmiyorum. Ruhunu satana fahişe derim ben ve bilmeden de konuşmam. Artık bu huyumu öğrenmişsinizdir. Burcu hakkında dahası var, sallarsanız dökülür. (Nee? Yoksa söyledi de ben mi kaçırdım? Öhm, sürprizi bozmak istemiyorum sevgili dostlarım.”
Ama bu oyun bana da bir şeyler katmayacak değil. Yani ben de hepinizi bilemem ya. Siz kendinizi daha iyi bilirsiniz benden. Yani bildiğim parçanız bile bana yetti.
Ağca, sen de bu gidişle böbreklerinden olacaksın dostum. Kendine biraz dikkat et.
Söyleyeceğim bir şey kaldı mı? Bir düşüneyim. Burcu’nun fahişe olduğunu söyledim. Çiğdem’in aptalın teki olduğunu söyledim. Hmm, bir şeyler daha var aslında ama. Dedim ya, şu ana kadar neler oldu bilmiyorum, bu eski bir kayıt. Neyse ben sizi bir de telefonla rahatsız ederim.
Of, telefonlar da çekmiyordu, değil mi? Bunu nasıl yaptığımı merak ediyorsunuz, değil mi? Her sırrımı açıklamamı da beklemeyin benden.
Arayı soğutmayalım kuzucuklarım.
Kusuruma bakmayın. Ha, bu arada… Şu son on dakikada ağzımdan bir şey kaçırmış olabilirim. Kaydı başa sararsınız mutlaka. Ama rica ediyorum birazdan birbirinizi sorgularken nezaketi elinizden bırakmayın.
Duvarı takip edin.
Sevgiler, saygılar,
Bir dost size iyi eğlenceler diler.”
***


“Beni yalnız bırakın!” dedi Burcu. Ağca kolunu sımsıkı tutuyordu. Kolundaki damarlar ve kaslar belirginleşmişti; Burcu’nun yüzüne tehditkar bir şekilde bakıyordu.
O herifin neyi kastettiğini söylemeden bir adım atamazsın.”
Bir şey kastettiği falan yok, saçmalıyor.”
Şimdiye kadar bizle ilgili ne öne sürdüyse doğru çıktı.” dedi Ağca. “Ne yaptın?”
Ben hiçbir şey yapmadım!” Ağca kolunu bıraktığında koltuğa oturdu, yüzünü avuçlarının arasına gömdü.
Bize anlatabilirsin,” dedi Çiğdem. Burcu başını kaldırdı. “Kastettiği şey çok çok eskide kalmış bir mesele. Yani o olduğunu zannediyorum, sözlerinden öyle anladım.”
Ben Ağca ile onu sevdiğim için çıkmadım.” dedi ürkek bir fısıltıyla. Dosdoğru yere bakıyordu.
Efendim?” dedi Ağca. Sargılı yumruğunu sıkıyordu. Yaradan sızan bir damla kan, sargı tarafından emildi.
“O zaman için öyle yapmam gerekiyordu; ama inan öyle değil, inan değişti.”
“Sana inanmıyorum,” dedi Çiğdem. Gözlerinde beliren bir damla yaş, yanağından aşağı yuvarlandı. “Bana sahte bir şey için mi tokat attın yani?”
Hayır, hayır öyle değil- bak yanlış anlıyorsun.”
Hiçbir şeyi yanlış anlamıyorum,” dedi Çiğdem. Sesi titriyordu. Sol elinin tersiyle gözlerini sildi. “Senin yüzünden, sırf sen onunla birliktesin diye ne kadar acı çektim ben biliyor musun? Ve bu bir uydurmaydı, öyle mi?”
Bak,” dedi Burcu telaşla.
Defol,” diye tısladı Ağca. Elinden sızan kan döşemeye damlıyordu. Sargıyı çözdü. Burcu ona bakıyordu. “Defol dedim.” diye tekrarladı. “Kimse seni görmek istemiyor. Ne cehenneme gidiyorsan git. Caner, yine yardımına ihtiyacım olacak.”
***
Hava kararıyor,” diye mırıldandı Eren. Ayağa kalktı ve salondaki pencerenin perdesini çekti. Dış dünyayla bağlantı ümitleri kesileli çok olmuştu.
Hadi ama,” dedi Caner Eren masaya döndüğünde. Deniz’e yemek yedirmeye çalışıyordu. Deniz çatalı itti, makarnanın sosu masaya damladı. “Of, yemek yemek istemiyorum dedim ya sana. Şimdi bunu temizlemem gerekecek.”
Bak dün akşamdan beri hiçbir şey yemedin. Hiç değilse bebek için yemelisin.”
Sen zaten beni değil bebeği düşünüyorsun.”
Saçmalama.” Deniz’in açık ağzından çatalı soktu. “İşte bu kadar… Şimdi ikinci çatala geçelim.”
Aman seninle uğraşamayacağım.” Makarna tabağını önüne çekti ve somurtarak yemeğe başladı.  “Sonunda.”
Eren “Birisi Burcu’yu çağırmalı.” dedi, Deniz ve Caner’e bakmamaya çalışarak. Bakarsa kahkahalara boğulacağını biliyordu. “Yemek yesin.”
Kimse şu anda onu çekecek halde değil.” dedi Çiğdem. Ağca başını salladı. İkisinin de şu anda görmek istediği son kişiydi Burcu.
Bence de.” dedi Deniz. Caner elindeki kola bardağını içmesi için kız arkadaşının ağzına götürdü. “Of sen de…” Birden bundan faydalanmaya karar verdi. “Bana yardım etmek istiyorsan şu masayı temizle.”
Caner masadan kalkıp bez almak için mutfağa gitti. Eren masadakileri sinirle süzdükten sonra pes edip ayağa kalktı.
Holden geçerken tuvaletin karşısındaki duvara bakmamaya gayret etse de her seferinde nefsine yenik düşüyordu. Önceki gece astığı post-itlerin hepsi tekinsizce kaybolmuştu. AXAF – 1017 ve diğer yazı elbette hâlâ oradaydı; ama sabah on gibi bunların tepesinde, kalın harflerle yazılmış başka bir yazı belirmişti.
Şafak yıldızının aydınlattığı yoldan gittiniz. Ama o geceden değildir. Geceden doğanlar içinde en büyüğüne tapıyorum ben.”
AXAF – 1017
RAB’bin ruhu benim aracılığımla konuşuyor. Sözü dilimin ucundadır.*
***


Kastettiğinin İntikam olduğuna emin misin?” dedi Deniz, Çiğdem’e dönerek. “Nemesis yani.” Çiğdem kelimeleri inceledi, yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı.
Çiğdem parmaklarını kurumuş boyaya dokundurduktan sonra burnuna götürüp kokladı, kaşlarını çattı.
Evdeki tüm perdeleri, ışık kaynaklarını kapatın.”
Herkes dört bir tarafa dağılıp Çiğdem’in söylediğini yaptıktan sonra hole geri döndü. Çiğdem duvarın önünde hâlâ onları bekliyordu.
Ama duvarda bir değişiklik var sanki. ‘Şafak Yıldızı’ kelimeleri solukça parlıyordu. “Fosforlu boya,” diye açıkladı Çiğdem.
Şafak yıldızıyla kastettiği ne peki?” dedi Eren, yüzünü buruşturup. “Yani ne anlatmak istiyor?”
Şeytan. Yunan mitolojisinde Şafak Yıldızı’nın ismi Phosphorus’tu. Bu isim Latince’ye Lucifer olarak çevrildi, Hıristiyanlar aynı ismi Şeytan için de kullanırlar.”
Bu işin Şeytan’la ilgisi ne?”
Diyor ki, Şeytan’ın aydınlattığı yoldan gittiniz; yani günaha bulaştınız. Ama o geceden değildir. Artık gece ile kastettiği her neyse, günah geceden değildir diyor ve geceden doğanlar içinde en büyüğüne tapıyorum diyor. Ama burada kastettiği Yunan Mitolojisi’nin Gece’si mi bilemem. Yani en mantıklı olanı buydu. Kuzey Mitolojisi, ya da Mısır Mitolojisi de olmaz diye düşünmüştüm; çünkü Yunan Mitolojisi Yunanistan’da olduğu kadar burada da yoğrulmuştu. Yunan Tanrıları’nın bir çoğu Anadolu kökenliydi.”
Benim bildiğim kadarıyla Gece, dünyanın oluşumundaki varlıklardan, yanılıyor muyum?” dedi Deniz, duvara bir göz atarak.
Evet. Yani her şeyden önce Kaos varmış, yani karmaşa. Bu karmaşadan Gaia ve Eros çıkıyor. Toprak ile Sevgi yani. Daha sonra Kaos Erebos ile Nyx’i doğuruyor. Yer altı ve yer üstü karanlıkları. Nyx bildiğimiz Gece işte. Daha sonra Gece ışığı üretiyor. Tabi bunlar hayli karmaşık konular, ben basitleştirdim.”
Işık karanlıktan doğuyor yani.” dedi Caner. “Kastettiği Işık olmasın?”
“Yani orada ışık dediğim benim Aither ve Hemera. Esîr ile Gün yani. Gün bildiğimiz aydınlık. Esîr ise,”
Dünyayı saran havanın üstündeki saf ve ışıklı gök.” diye tamamladı Eren.
Evet. Birisi şu ışığı açarsa… Hah, şimdi eğer kastettiği Esir veya Gün ise bu AXAF’ın bir ilgisi olsa gerek.”
Esîr Tanrı olmasın?” diye sordu Caner. “Yani sizin kastettiğinizden ben onu anladım. Tanrı’yı anlatır gibiydi.”
Biz Tanrı’nın hiçbir şeyden doğmadığına inanmıyor muyuz? Burada apaçık Gece’den doğanlar diyor.”
Ama bizi mitolojiye yönlendirmenin tek yolu bu olsa gerek.” dedi Caner.
Caner haklı,” dedi Ağca. “Bence de kastettiği Tanrı.”
“Bir bütün olarak düşünelim.” dedi Burcu. “Siz şeytana uydunuz, o bizden değildir diyor. Zaten böyle ayetler yok mu? Peşinden de ben Tanrı’ya tapıyorum diyor. Şu 1017 Esîr’in şifrelenmiş hali olabilir. En sonunda da ekliyor,” En alttaki kelimeleri işaret etti. “RAB’bin ruhu benim aracılığımla konuşuyor. Sözü dilimin ucunda.”
***
Yemek yiyoruz,” dedi Eren başını kapıdan uzatarak. Burcu kendini küçük odaya kapatmıştı. Masadaki kitaplardan birini kapmış, eski bir berjere oturmuş okuyordu.
Dediklerinizi duydum,” dedi zehir zemberek.
Onları suçlayamazsın.”
Burcu başını kaldırdı; ama cevap vermedi. “Ben yemek yemeyeceğim.”
“Bak,” dedi Eren içeri girip. Kapıyı yavaşça kapattı. “Saat altıyı geçiyor. Eğer doğru söylüyorsa üç saatten az bir süre sonra birimizi öldürmeye çalışacaktır. Böyle yaparak hayatını tehlikeye atıyorsun. Yanımızdan ayrılma.”
Artık bu oyunu oynamadığımı söylemedim mi size? Beni resmen kapı dışarı ettiniz. Ben kardeşimi öldürmedim, bana böyle yapmaya hakkı yok anlıyor musun?”
Yaptıkları için Ağca’yı suçlayamazsın, ben de onu söylüyorum. Onu ne kadar yaraladığını görmüyor musun? Ama böyle kaçıp gidemezsin.”
Kaçmıyorum! Sadece yüzlerini görmek canımı yakıyor.”
Sevgilin onu kullandığını düşünüyor. En yakın arkadaşın hayatını mahvettiğine inanmış. Suç belki de sendedir çünkü ikisi haksız değiller.”
“En iyi arkadaşım neden benim sevgilime aşık olmuş?”
Ağca’yı gerçekten sevgilin olarak görüyorsun yani.”
Bak, zamanında ona yaklaşma sebebim tamamen farklıydı. Ama aradan uzun zaman geçti. Pişman olabileceğimi, fikrimin değişmiş olabileceğini neden düşünmüyor bu insanlar?”
Bu insanlar dediğin senin en yakınların.”
Öyleydiler evet,” dedi Burcu. “Artık değiller. İkisi de bir zamanlar en yakınımdı.”


***
Burcu gergin tavırlarla masaya oturdu. Kimse ona bakmadı. “Elin nasıl?” diye sordu Ağca’ya. Ağca bir refleks olarak yumruğunu sıktı, sonra yutkunarak “İyi,” dedi.
Çiğdem “Hepinize afiyet olsun,” dedi. Masadan kalktığında bir vazonun yolunu kapadığını gördü. Burcu’nun yanından geçmesi gerekecekti.
Özür dilerim,” dedi Burcu, Çiğdem’in bileğini kavrayıp. “Gerçekten çok özür dilerim.”
Çiğdem soğukça gülümsese de cevap vermedi.
Yemekten sonra Burcu odaya geri dönmedi. Konuşmak istiyordu. “Bakın, size sabah söylediğim şey… biliyorum çok aptalca ama- lütfen yalvarıyorum dinleyin bir kez.
“Ben yetiştirme yurdunda büyüdüm, yüzlerce çocuğun içinde sıradan biriydim ve üniversitede- açıkçası Ağca gözüme kaçırılmayacak bir tip gibi gözüktü bana. Sosyal bir çevre edinmem için mükemmel bi’ fırsattı.


***


Mezarlıkta iki kadın dikiliyor. İkisi de saçlarına siyah birer başörtüsü sarmışlar, ikisinin de gözlerinde büyük, siyah gözlükler. Hiç kıpırdamadan dimdik duruyorlar.
İkisi de konuşmuyor. Konuşacak çok şey, söylenecek çok söz var belki; ama o susmanın daha hayırlı olduğu anlardan birini yaşıyorlar.
Mezarlık çok kalabalık o gün. Ana baba günü resmen. Hava çok sıcak; ama o sıcak havada bile kimse ölülere saygısızlık etmemek için oturmuyor.
Bir süre sonra bir hareketlilik oluyor mezarlıkta. İnsanlar koşuşturmaya başlıyor, feryat figan ağıtlar yükseliyor. İnsanlar sıkışıp kenara çekilerek mezarlığın girişinden kalabalığın yoğunlaştığı o noktaya bir yol açılmasını sağlıyorlar.
Mezarlıkta flaşlar patlıyor. Koşuşturan bir çocuk, kameranın kablosuna takılıyor. Gazeteciler hızlı ve heyecanlı cümleler kursalar da, o an mezarlıkta olanların hiçbiri onları dinlemiyor.
Dört kişinin taşıdığı küçücük bir tabut mezarlığa giriyor ve az önce açılan yolda ilerlemeye başlıyor.
Onun ardından, aynı boyda bir tabut daha giriyor mezarlığa. Eğimli yolda, yokuş aşağı inerek öndekini takip ediyor.
Bu şekilde ardı ardına altı küçük tabut giriyor mezarlığa. Sıcaktan zaten bunalmış olan bir yaşlı hanım, bir ticaret kervanı gibi ilerleyen tabutları gördüğünde dayanamıyor ve kendinden geçiyor.
Töreni mezarlığın en arkasında ufak tepedeki iki kadın ifadesiz yüzlerle izliyorlar töreni. Soldakinin yanağından bir damla yaş akıyor.
Diğerlerinden çok daha büyük bir tabut giriyor mezarlığa, en son olarak.
Yan yana sıralanmış yedi boş mezarın başında konuşmalar yapılıyor. Ama kimse dinlemiyor o konuşmaları, kimse mantıklı bulmuyor. Çünkü ne söylense az, ne söylense gereksiz.
Altı kimsesiz çocuğun cenaze töreninde yapılan bir konuşmada söylenecek hiçbir söz yeterli değil çünkü.
Tıpkı onlar gibi kimsesiz ve onları kurtarmak için ölen öğretmenlerinin cenaze töreninde yapılan bir konuşmadaki sözler de öyle…
Hele bunlar aynı anda olunca asla yeterli olmuyor.
Polis müdürü suçluların hemen bulunacağını söylerken insanlar ister istemez delillerin kaybolduğuna dair çıkan haberleri hatırlıyor ve umutsuzluğa kapılıyorlar.
Faillerin vicdanlarda cezalandırılacak olması kimseyi ilgilendirmiyor aslında. Konuşkan polis müdürü bile dediklerini umursuyor değil.
İlk küçük cenaze mezara indirilirken beyaz cüppeli imam dualar okuyor. İnsanlar belki de ilk defa duaları bile yetersiz hissediyor.
Haber peşindeki gazeteciler cenazede olay çıkmasını ümit ederek kameralara hiçbir zaman bir anneye sahip olmamış, diri diri yanan altı küçük çocuğun cenazesi, aslında sessiz geçtiğini İstanbul’dan bildiriyorlar.
Politik bir zorunluluktan ötürü orada bulunan protokol üyeleri sık aralıklarla saatlerine bakmayı ihmal etmiyorlar. Şu çok katlı yeni plazanın saat üçteki açılış törenine gecikmek istemiyor hiçbiri.
İki görevli, ellerindeki tahta saplı küreklerle altıncı küçük mezara toprak atıyorlar. Aşağıdaki tahtalar artık görünmüyor, böylece altıncı küçük cenaze bir daha bir ziyaretçisi olmamak üzere toprağın altına girmiş oluyor.
Sıra 1964 doğumlu merhume Leman Erkara’nın cenazesine geliyor. Ölümlerin üzerinden üç gün geçmiş olmasına rağmen, henüz cinayetler konusunda bir adım atılabilmiş değil. Yıllar geçtiğinde de durum değişmemiş olacak, siyasî muhalifler faili yakalanamamış bu katliamı birkaç ay dillerine pelesenk edecekler, daha sonra o yedi isim bir daha ağza anılmamak üzere unutulacaklar.
O an tepedeki kadın dışında kimse bunları düşünmüyor. “Ortada hiçbir şey bırakmadığın için şükret,” diyor sağdaki kadın, yüzünü çevirmeden. Siyah eşarbı rüzgarda uçuşuyor.
Son cenazenin mezara indirilmesini izleyen kadın “Hiçbir şey için şükredemem.” diyor. “Masum insanları öldürdüm.”
Masum olsalardı,” diyor arkadaşı. “Evren acı çekerek ölmelerine izin vermezdi. Neden diğer iki yüz çocuk değil de o altısı? Bir sebebi olmalı.”
En büyüğü dokuz yaşında… Elbette masumlar… Hepsi kar gibi tertemiz.”
Kar temiz gibi görünse de pistir… Vıcık vıcık, çamurlu…”
Ağca’ya ne söyledin? Bir şey bilmiyor değil mi?”
Klasik bahaneyi kullandım: Bizim kızlar…”
Ona sahip olduğun için çok şanslısın.”
Soldaki kadın ilk defa arkadaşının yüzüne bakıyor. Arkadaşı onun yüzündeki hüznü, gözlerindeki acıyı fark edemiyor.
Bilmiyorum…
***


Hâlâ açıklanmayan bir şey var.” dedi Eren, arkadaşlarına bakarak. “Mutfağa bıçağı kim astı?”
Kimse cevap vermeyince Eren, “Hadi ama!” dedi.
O bıçak ortaya çıkmadan on beş dakika önce Ağca mutfağa gitmişti.” dedi Çiğdem Ağca’yla göz göze gelmemeye dikkat ederek.
Ben değildim.”
Senden başka kimsenin yapmasına imkan yok. O arada başka kimse mutfağa gitmedi. Yani ben Burcu’yla kavga ederken sıvışmadıysa…”
Ama ben değilim… Yemin ederim ben değilim.”
Kimse sıvışmadı.” dedi Eren. “Deniz ve Caner benim yanımdaydı, siz üçünüz de dalaşmakla meşguldünüz.” Ağca’ya manidar bir şekilde baktı.
Benden mi şüpheleniyorsun?” Bana güvendiğini sanıyordum, diye eklemek isterken Eren’in gözlerindeki anlamı çözdü.
Onun benden şüphelendiğini sanmasını istiyor, böylece daha dikkatsiz davranacak.
Ben değildim,” demekle yetindi.
***
Ders bitiyor ve öğrenciler bölük bölük dışarı çıkmaya başlıyorlar. En önde çıkanlar, iki erkek.
Biri diğerinden çok daha uzun… Siyah saçları kısa kesilmiş. Kirli sakalı yüzünü kaplıyor, sol kulağında bir küpe parlıyor. Hızlı adımlar atıyor.
Kısa boylu olanı ona yetişmekte zorlanıyor. Onun saçları sapsarı ve daha uzun. Arkadaşına göre hayli sıska.
Uzun boylu yürürken bir yandan üzerindeki beyaz laboratuar önlüğünü çıkarıyor. Bu sırada arkadaşı ona yetişiyor. Alelacele katladığı önlüğünü arkadaşına veriyor. “Şunu eve bırakırsın.”
Ben Deniz’le buluşacağım,” diye itiraz ediyor kısa boylu.
Deniz’le zaten eve gideceksiniz, üstelik Deniz seni önlükle gördüğünde bir şey demez. Ben bu kızı daha tam olarak tavlayamadım.”
“Peki.”
Uzun boylu duruyor ve aynada görüntüsünü kontrol ediyor. “İyi değil mi? Bir sorun var mı?” Sonra cevabı beklemeden basamaklardan birer ikişer atlayarak inmeye başlıyor.
Bir de ‘cool’ takılıyor,” diyor arkadaşı arkasından gülerek. Önlüğü düzeltiyor ve bir üst kata çıkıyor.
***
Sana güveniyorum,” diye fısıldadı Eren. Mutfaktaydılar ve kimsenin duymaması için elinden geldiğince alçak sesle konuşuyordu. “Ama bir şey yaptıysan eğer bilmek istiyorum.”
Güvenin için teşekkür ederim,” diye cevap verdi Ağca. “O bıçakla benim bir ilgim yok Eren, gerçekten yok. Kulağa garip geldiğini biliyorum.”
Sen öyle diyorsan öyledir,” dedi Eren. “Sana tüm kalbimle güveniyorum. Ama sen değilsen kim olabilir ki?”
***
Çiğdem arkadaşı hazırlanırken, içi kan ağlasa da, elinden geldiğince neşeli gözüküyor. Odanın içinde koşuşturuyor, kıyafet seçmesine yardım ediyor… Gittiğindeyse içini bir hüzün kaplıyor.
Ömrü boyunca Burcu onun en iyi arkadaşıydı ve bu süre boyunca onu hiçbir zaman bugün kıskandığı kadar kıskanmadı.
Mutlu olmasını istemesi gerekiyordu, bunu biliyordu. Hatta onun mutluluğu ona da mutluluk vermeliydi. Ama bu yetmiyordu.
Burcu olmasaydı Ağca’yla bir mutluluk şansı olabilirdi. Kendine itiraf edemese de, o şansı yakalamak için her şeyi yapabileceğini biliyor.
Pencereden arkadaşının gidişini izliyor somurtarak. Burcu başını kaldırıp ona el salladığında gülümseyerek cevap veriyor, ardından öpücük yolluyor.
Burcu’nun olmaması fikri hoşuna aslında; ama bu düşünceyi aklından silip atıveriyor. O, onun her şeyi… Eğer geçmişinde mutlu olabildiyse bu Burcu’nun sayesinde çünkü.
Ama kendine itiraf edemediği bir şey daha var. Geçmişteki mutluluğun bugüne faydası yok.


***


Odadaki herkesin bir derdi vardı.
Kimileri içine atıyordu. Bilmiyorlardı ki, içe ata ata daha da büyütüyorlardı.
Senin bencilliğin yüzünden bunalımın eşiğine geldim ben!”
“Ya! Defalarca seni bunalımın eşiğinden çeken bendim ama! İlk hatamda tüm doğrularımı siliyorsun.”
Sahte aşkın için bana tokat attın! Bundan daha ötesi var mı?”
Çiğdem kanepeye oturdu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.. Son bir saatin hemen hepsini Burcu ile ilgili içinde ne varsa dökerek geçirmişti. Yıllar yılı çektiği acılar, söyleyemedikleri, içine attıkları…
Şimdi, bir ağacın kökleri gibi ruhunu ele geçirmiş olan tüm bu zehir açığa çıkıyordu işte. Anlatmış da anlatmıştı… Her şeyden çok, mutlu olma şansının bir hiç yüzünden gittiğine inanamıyordu.
Tüm o süre zarfında Burcu’nun kendisine hiçbir söylememiş, hiçbir şey hissettirmemiş olmasını aklı almıyordu. Rolünü çok iyi oynayan bu oyuncu kendisine güvenmiyor muydu?
Eğer Burcu gibi olabilseydi, o da tüm öfkesini bir tokatla kusmayı isterdi. Ama her şeye rağmen, yapamıyordu işte.
Kanepede oturmuş, göğsünü Deniz’e yaslamış, kendi aczine ağlıyordu. Yoksa Burcu’yu artık umursamıyordu bile. Ömrünün sonuna kadar unutmayacağı bir olay varsa eğer, o da bu tokattı.
Deniz beceriksizce Çiğdem’e sarıldı. Bu tür durumlarda hep eli ayağı birbirine dolaşır, ne yapacağını bilemez olurdu.
Bildiği tek bir şey vardı ki o da bu iki eski dostu izlerken kendi dertlerinin ne kadar da küçük olduğunun farkına vardığıydı.
Caner’in onu aldattığını duyduğunda dünya başına yıkılmıştı. Ama sonra, Caner’den hiçbir açıklama beklemeden onu affetmişti.
Onun gözünde o açıklamaların hiçbir değeri olmazdı çünkü. Bir insanı sadece istediği için affederdi. Caner’in onu sevdiğine ve bir daha yapmayacağına emindi.
Gamze gibi olamayacağını biliyordu. Eğer Caner onu terk etseydi bile, her şeye rağmen karnındaki çocuğu doğururdu.
Rahminde minik bir kalbin attığını öğrendiği anki kadar hiçbir zaman mutlu olmamıştı ve bunu asla kaybetmek istemediğini biliyordu. Yıllar önce, yetiştirildiği o katı aile ortamına rağmen, ona sorsanız size bir bebeğin babası olması gerekmediğini söylerdi.
Kadın her şeye muktedirdi çünkü. Anne bebeğe yeterdi. Ama şu anda bunun bir bencillik olduğunu çok iyi anlıyordu. Bir bebeği olacağını öğrendiğinde bile Caner ne kadar da değişmişti. O bebek doğduğunda, kim bilir nasıl davranacaktı.
O bizim, diye fısıldamıştı, ellerini karnında gezdirerek. Şu an kendini göstermiyor belki; ama orada ikimize ait bir şeyler var. Deniz Caner’in iyi bir baba olacağına emindi.
O sırada Caner de aynı şeyi düşünüyordu. Hayatı boyunca birçok kötü şey yapmış, birçok şeyden pişmanlık duymuştu. Ama o bebek doğduğunda, buna pişman olmayacağını biliyordu.
Öğrendiğinden beri o anın gelmesi için öyle sabırsızlanır olmuştu ki… O küçük şeyi eline almak için sabırsızlanıyordu.
Üstü titizlikle örtülmüş, rahatsızlık verici sırlar ortaya çıktığında herkes değişik tepkiler verir. Ağca gibi kimileri, içinde kopan fırtınalara rağmen sessiz kalmaya çalışır; ama o sessizliğin bile insana fazla geldiği anlar olur, içindeki tüm öfke taşar dışarı.
Dışarı taşan bu öfke, Burcu gibi kimilerinin canını yakar. Ama onlar bilmezler ki, onların dışarı taşan öfkeleri de birilerinin canını yakmıştır. Bazen en yakınlarının…
Sessiz sakin tipler vardır Eren gibi. Ama insanlar bilmez ki en büyük fırtına onların içinde kopar. Gün gelir,o fırtına da sığmaz olur içlerine…
Evet, odadaki herkesin bir derdi vardı.
Ama içlerine boğuldukları bu derdin onlara unutturduğu bir şey vardı: Saat geliyordu.
***
Elindeki sabunu iyice köpürttü. Arınmak ve ruhunda ne kadar pislik varsa akıtmak istiyordu. Suyu açtı ve elindeki köpüklerin akmasını seyretti.
Başını kaldırdığında tuvalet aynasında bir yansıma gördü.
Sırtını duvara vermiş, onu izliyordu.
Burada mıydın?” diye sordu, şaşırarak. “Seni görmedim.”
“İnsanların görmediği çok şey var.”
Ne demek istiyorsun?”
Elini kaldırıp karşı duvarı işaret etti. Öbürü, başını çevirip baktığında yuvarlak bir duvar saatini gördü.
Sekizi elli beş geçiyordu.
Başka bir deyişle, dokuza beş vardı.
Yutkundu.
O sensin, değil mi?”
Başını salladı.
Bu, benim kurtulacağım anlamına mı geliyor?… Sırlarından çabuk vazgeçen daha erken kurtulacaktı çünkü.”
Evet. Bana neden yaptığımı sormayacak mısın?”
Sorsam söyleyecek misin ki?”
Hayır, söylemeyeceğim.”
Gülümsedi.
Buradan nasıl çıkacağım? Kapıdan çıkarsam diğerleri görmez mi?”
Kapıdan çıkmayacaksın. Arkadaşlarından bu kadar mı çabuk vazgeçtin? Geride kalanları önemsiyor gibi bir halin yok.”
Onlar beni önemsedi mi?”
O açıdan bakarsan haklısın.”
Soruma cevap vermedin. Beni buradan nasıl çıkaracaksın?”
“Seni buradan çıkaran ben olmayacağım.”
“Anlayamadım.”
Elini beline götürdü ve ucuna susturucu takılı bir tabanca çıkarıp doğrulttu.
Diğerinin yüzündeki tüm kan çekildi. Kullanabileceği bir şey için etrafına bakındı.
Eğer bir şey yapmaya kalkar, ya da bağırırsan ölen tek kişi sen olmazsın.”
Zaten herkesi öldürmeyecek misin?”
Senin gibi aptal davranırlarsa öldüreceğim, evet. Ama oyunda kalmanın bir yolu var, eğer çözerlerse…”
Sırlarını söylememek, değil mi? Bu şekilde onları öldüremezsin, çünkü “kurtulmaya değer” olmayacaklar.”
Zekisin. Ayrıca bağırmadığını gördüm. Ne kadar aksini iddia etsen de, o “odadakiler”i seviyorsun, kabul et.”
Sorun da onları sevmem değil mi zaten? Tuhaf, beş dakika öncesine kadar sen de onlardan biriydin.”
Tabancanın tetiğine ardı ardına iki kez bastı. Kurşunlardan biri diğerinin göğsüne, diğeriyse alnına isabet etti. İki ölümcül noktaya.
Diğeri gıkını bile çıkarmadı. Sadece gerileyerek duşakabinin içine düştü. Ellerini göğsüne götürdü ve baktı. Gördüğü son görüntü, kendi kanlı elleriydi.
Cesedin bacaklarını toplayarak duşakabinin içine tıktı ve kabinin kapaklarını kapattıktan sonra dışarı çıktı.


***


Eren, pencerenin kenarındaki koltuğa gömülmüş, küçük odadan aldığı bir kitabı okuyordu. Yaşanılanları çözmeye kararlıydı, mitolojiyle ilgili bu kitabın ona faydası olacağını düşünüyordu.
Sayfayı çevirirken parmağını kesti. Sağ elinin işaret parmağının ucundaki kesik bir an tekinsiz bir kızıllıkla parladı; yaranın üzerinde siyaha dönük, yoğun bir kan damlası büyüdü. Eren parmağını emerek kitabını okumaya devam etti.
Dışarıda esen soğuk rüzgar pencere camlarını zangırdatıyordu. Eren sol elini, çocukken yaptığı gibi soğuk cama yapıştırdı. Avucunda bunu hissetmeyi hep sevmişti.
***
Eren sandalyenin üzerinde oturuyor. Anne’yi beklerken, yere değmeyen ayaklarını sallıyor. Bir gözü de oyun parkında. Anne’yi beklerken kaydırakta kaymayı çok istiyor, ama Anne ona bir yere ayrılmamasını tembihledi.
Ama Eren artık Anne’yi dinlemek zorunda olmadığının farkında… Gülüyor ve kaymaya gidiyor. Az sonra annesi ellerinde iki siyah, plastik bir tepsiyle görünüyor. Tepsileri masaya koyduktan sonra Eren’i çağırıyor.
Ben sana yemekten önce oynama dememiş miydim?”
Eren tepsiye bakıyor. Tepside küçük bir hamburger, bir kola, bir de oyuncak var.
Ben Sinba’yı istememiştim. Bu bende var.”
Aslan Kral dedin ya.”
Ama bu değil.”
Eren annesinin değişik davrandığını biliyor. Ona karşı hiç olmadığı kadar yumuşak. Sebebini bilmese de Eren bunu kullanabiliyor olmaktan hoşlanıyor.
Anne oyuncağı değiştirmek için gittiğinde Eren hamburgerini yemeğe başlıyor.
Sil şu burnunu, yine ketçap bulaştırmışsın.” diye kızıyor ona Anne.
Babam bana hiç kızmıyor.”
Ben baban değilim.”
Ama ben onu daha çok seviyorum.”
Annesi bir an donup kalıyor. Sonra elinde ıslak mendille uzatıp Eren’in ağzını siliyor.
Eve gidince çantasını hazırlamaya başlıyor. Artık buna alışmıştı; üç gün Baba’yla, dört gün Anne’yle…
***
Deniz masanın üzerinde açık duran biraya göz ucuyla baktı. Durumu yüzünden içmemesi gerekiyordu; ama bu yasak onu daha da cezp ediyordu hani. Bir şişe bile değildi…
Elini uzattığında arkasından tehditkar bir ses yükseldi: “O elini keserim.”
Ağca’ydı.
“Ödümü koparttın.” diye güldü Deniz.
Ben ciddiyim.” Kaşlarını çattı. “Yeğenimin yedi kollu, sekiz gözlü bir ucube olmasını istemiyorum.”
“Abartıyorsun. Hem sen dün geceden beri şişelerce içtin. Ben içmiyorsam siz de içmeyin.”
Hamile olan ben değilim.”
Kötü örnek oluyorsun ama. Hem, sen gidip duş alsana... Tepkilerin yavaşladı, böyle devam edersen şuralara bir yere sızıp kalacaksın.”
Aman aman beni ne kadar da düşünürmüş… Lisede de böyle düşünsen geometriden kalmazdım.”
Caner’in iç çamaşırlarından al. Dur, ben sana havlu vereyim.”
***
EREN! BİR DAKİKA KES ŞUNU!”
Eren omzunu silkip çalmaya devam etti. Annesinin kendisine emir vermesinden hiç hoşlanmıyordu. Eğer piyano ve annesi arasında bir tercih yapması gerekseydi, hangisini seçeceğini iyi biliyordu. Eren bunu adil biliyordu, en azından evde olmadığında “Acaba bugün piyanomu kim çaldı?” diye düşünmesi gerekmiyordu.
Hele bir on sekiz yaşına gelsin, bir daha onunla yaşaması gerekmeyecekti. Annesi önce babasını aldatmıştı. Ayrılmışlar, sonra tekrar evlenmişlerdi ve bu ikinci evlilik, sadece Eren’i diğerine bırakmamak için yapılmış düzmece bir şeydi. Hiçbir zaman teyit edemese de, Eren annesinin ilişkilerinin devam ettiğini biliyordu. Düzmece de olsa sürdürülen bu üç kişilik evlilik süreci babasını fazlasıyla yıpratmış ve iki buçuk sene önce ölen babası Eren’i “o kadın”la baş başa bırakmıştı.
Babası her zaman Eren’in kahramanı olmuştu ve annesinin onun hakkında söylediği hiçbir şey bunu değiştirmeye yetmemişti.
Özlem telefonu usulca kapattıktan sonra Eren’e “Gidiyoruz.” dedi.
Ben gelmiyorum” diye cevap verdi Eren.
Nereye gittiğimizi söylemedim bile.”
Her nereye gidiyorsan, seninle gelmiyorum.”
Annesi bir an acıyarak Eren’in yüzüne baktıktan sonra “Pelin’e gidiyorum ve sen istesen de istemesen de geliyorsun. Kötü haberler var, burada aklım sende kalsın istemiyorum.”
Ağca’ya bir şey mi olmuş?” diye sordu Eren korkuyla piyanonun başından kalkarak.
Fırat kaybolmuş.”
***
Tut şunu,” dedi Deniz, Ağca’nın eline beyaz bir havlu tutuşturarak. Bir süre gardırobun çekmecelerini karıştırdıktan sonra Ağca’ya gri renkli bir boxer uzattı. “Eğer istiyorsan eşofman falan da verebilirim. Gerçi Caner’inkiler sana küçük gelir; ama şuralarda bir yerde kuzeniminkiler olacak. Geçende bizde kaldığında unutmuştu. Neredeydi onlar?”
Siyah bir Adidas eşofmanla, mavi bir T-Shirt’ü Ağca’ya verdi. “Bunları nasıl taşıyacağım ben?”
Taşırsın taşırsın, bir şey yok.”
Banyonun önüne geldiğinde elindeki çamaşırları yere bırakıp kapıyı açtı.
***
Time goes by so slowly
Time goes by so slowly…”*
Eren koşarken bir yandan da şarkı mırıldanıyordu. Sabah sporu yapmayı öteden beri severdi, hem ileride En İyi Yönetmen Oscarı’nı alırken fit görünmeliydi, değil mi? Kulaklıklarını düzeltti.
Ring ring ring calls the telephone,
The lights are on but there’s no one home.”**
Bir köşeyi döndüğünde duvara yaslanmış öpüşen Deniz ve Caner’i gördü. Yanlarına geldiğinde kendi sesini duyamadığından bağırdı: “SİZİ SABAH YARAMAZLARI SİZİ! OKULDAN ÖNCE MEŞK HA?”
Caner’in ağzını açıp kapadığını görüyordu; ama ne dediğini anlayamıyordu.
NE DİYORSUN?”
Caner kulaklarını işaret etti.
Eren kulaklıklarını çıkardığında “Günaydın” dedi Caner.
Bu muydu?” Güldü. “Size de günaydın.”
“Fizik ödevinin teslim tarihi ne zaman?”
Ayın 17’si” Tekrar kulaklıklarını taktı.
Don’t cry form e, ‘cause I’ll find my way
You’ll wake up one day, but I’ll be to late.
Every little thing that you say or do,
I’m hung up, I’m hanging up on you
Waiting for your call baby night and day, I’m fed up
I’m tired on waiting on you”*** [/i]
***
ÇEKİLİN! ÇEKİL!”
Hızlıca koşarken Eren’e çarpıp onu savursa da, o an hiç kimse bu kazayı umursamadı. Ağca yeni gelene yol açmak için kenara çekilirken yüzünde şokun izleri vardı. Cesede bakmamak için odanın diğer ucuna kaçtı.
Eren ağzını kapatmıştı, görüntü midesini bulanıyordu. Deniz ise bir saniyeden daha fazla bakamamıştı, şimdi Caner’in göğsüne kapanmış, hüngür hüngür ağlıyordu.
Duşakabindeki kan lekesine göre yere düşerken kafası fayansın üzerinden kaymıştı; kabinin sağ köşesi kandan kıpkırmızı kesilmişti.
Yüzünün ortasında, alnındaki yaradan akan ve iki kaşının ortasından geçen büyük bir kan lekesi vardı.
Sol göğsünün üzerindeki ikinci yaradan hayli kan aktığı belliydi. Cesedi görünce Ağca onun bir anda, acı çekmeden ölmüş olmasını umdu.
Bu olmuş olmasın.”
Burcu Eren’e çarptıktan sonra duşakabine girip gözyaşları içinde Çiğdem’e sarıldı. Kalbi gördüklerini reddetse de beyni ona kabullenmesini söylüyordu.
Gözünden akan bir damla yaş Çiğdem’in göğsüne düşüp kana karıştı. “Ölmüş olma, lütfen ölmüş olma.”
Yalvarışlarının boşuna olduğunu biliyordu. Ellerini ellerinin arasına aldığında artık her şey için çok geç olduğunu kabul etmek zorunda kaldı: Çiğdem’in teni soğumaya başlamıştı bile.
Ağca onu kabinden çıkarmak için hamle ettiğinde Burcu onun elini itti.
DEFOL! Senin yüzünden onu kaybettim.”
Çiğdem’in cesedine sarıldı. “Gidin buradan. Onunla yalnız kalmak istiyorum.”
Çiğdem’in boş gözleri tavana bakıyordu.
Burcu-” diye söze başladı Eren. “GİDİN DEDİM.” dedi Burcu, bir kez daha göz yaşlarına boğuldu. “Çıkarken ışığı kapatın.”
***
Banyo soğuk, ıssız ve karanlıktı. Burcu Çiğdem’e sımsıkı sarılmıştı. Düşünemiyordu, düşünmek istemiyordu. Çiğdem ölmemeliydi.
Dışarıdaki yağan yağmur banyonun küçük penceresine vuruyor, küçük tıpırtılar çıkarıyordu. Yağmur, ona Çiğdem’in karanlıktan ölesiye korktuğunu hatırladı. Bunu bilen Leman ikisini hep karanlık dolaplara kapatırdı.
Burcu korkmasın diye Çiğdem’e şarkılar söylerdi.
Yağmur yağsa,” Tiz bir sesle şarkı söylemeye başladı. “Uykum kaçsa, bir kuş konsa badi parmağıma… Ağlardım bir başıma.”
Ama o artık ağlamayacaktı.
*Madonna’nın Hung Up şarkısı.
Zaman çok yavaş geçiyor,
Zaman çok yavaş geçiyor…”
**
Zır zır zır, telefon çalar
Kimse yok evde; ama yanar ışıklar...”
***
Benim için ağlama, çünkü yolumu bulacağım.
Bir gün uyanacaksın; ama geç olacak.
Söylediğin ya da yaptığın her şey,
Taktım, kafayı sana taktım.
Telefonunu beklerken her gece, bıktım.
Seni beklemekten yoruldum.”


****


Ona hiç değilse hoşça kal diyebilseydim…”
Burcu pencerenin kenarında oturmuş, camdan dışarı bakıyordu. İçindeki yangın dinmiş değildi; sadece oturup ağlamanın ona bir faydası olmadığının farkına varmıştı.
Anlatmak istiyordu.
Anlatmak ve anlatmak, ta ki bir kabuk gibi boşalana dek içini dökmek… Odadaki beş kişi içinden Çiğdem’i en iyi tanıyan oydu ve son yirmi dört saattir yaşadıkları yüzünden onu yanlış tanımalarını istemiyordu.
Yağmur yağıyordu. Burcu sırılsıklam olana dek ıslanmak istiyordu. İçinden bir ses, ona bu gecenin onun son gecesi olacağını söylüyordu. Çok değil, iki saat önce olsa hayatta kalmak için çırpınırdı; ama Çiğdem gittikten sonra hiçbir şeyin önemi yoktu.
Çiğdem’in sürdürdüğü mutsuz hayatın tek sorumlusunun kendisi olduğunu biliyordu. Ömrü boyunca, diğerine yardım eden hep Çiğdem olmuştu. Burcu zayıf bir kız olduğunun farkındaydı, tek bir kez Çiğdem’e yardım etme fırsatını bulmuştu. Evet, bunu kadınlığını kullanarak yapmasa iyiydi; ama diğerlerinin onu anlamasını da beklemiyordu. Anlamaları da gerekmezdi zaten.
İçi bu konuda tamamen rahattı ve biliyordu, yine olsa yine yapardı. Onlar, dostluğun ne demek olduğunu asla bilmiyordu. Dostluk fedakarlıktan ibaretti… Eğer, şu dünyadaki tek kişisinin mutluluğu onun “namus”undan geçiyorsa, bu namusun onun gözünde hiçbir değeri yoktu.
Bekaret, namus, ahlak… onun gözünde yapay kavramlardı.
En azından dostluktan ve fedakarlıktan daha önemli değillerdi.
Çiğdem için yaptığımı gereksiz bir fedakarlık olarak görebilirsiniz. Evet büyük; ama gereksiz değildi. O an için bunu düşünmemiştim belki; ama ben de faydalandım.”
***
İsminiz?” diye sordu görevli kadın. Orta yaşlı, çirkin ve kısa boyluydu.
Burcu Büyük”
Evli değilsiniz, sanırım.”
Hayır, değilim.” Kadın “anlıyorum” dercesine dudak büktükten sonra önündeki kağıda bir not düştü. Burcu hiçbir şey hissetmediğini fark etti.
Şuraya oturabilirsiniz. Doktor bey sizinle birazdan ilgilenecek.”
Burcu elindeki büyük, siyah çantasını kendini korumak istercesine kucağına çekip bekleme salonun ortasındaki banka yavaşça oturdu.
Salon geniş ve ferahtı. Uçuk mavi duvarlar broşür ve afişler dışında çıplak sayılırdı. Sadece Burcu’nun karşısındaki duvarda büyük bir saat vardı. Dışarıda yağan yağmur pencereye vuruyordu. Hava günün anlam ve önemine uygun derecede kasvetliydi.
Burcu her an kalkacakmış gibi mavi bankın ucuna tünemişti. Üç kişilik bankın sağ ucunda kırklarının ortasında bir kadın oturuyordu. Burcu’yu şöyle bir süzdü.
İsmin ne kızım?”
Burcu,” dedi kadına gülümseyerek. “Ya sizin?”
Refika. Kaç yaşındasın?”
On yedi.” Burcu kadının kendisine acıyarak baktığını gördü. Kadın başörtüsünü düzelttikten sonra “Bu hakkı kendinde nasıl buluyorsun?” diye sordu.
Anlayamadım?”
Onu istememe hakkını kendinde nasıl buluyorsun? Ona can veren sen değilsin, o halde alan da sen olamazsın.”
Bu küçük pıhtı tutunmak için yanlış rahim duvarını seçti.”
Ah benim küçük, günahkar kızım… Hayat kolay değildir, acı doludur ama mutlu olma ihtimaline sımsıkı yapışmalısın. Ömrümde birçok şeyden pişman oldum; gebeyken bile. Kızımı doğururken bile pişman oldum aslında, kolay bir doğum değildi, hiç değildi. Ama onu kucağıma aldığımda doğru bir şey yaptığımdan emin oldum. Eğer yapabilseydim, ikinciyi de isterdim. Şimdi kızım içeride. Onun çocuğu olmuyor. Evren bu hakkı onun yerine sana bahşetmişse bir bildiği vardır kızım.”
***
Şimdi altı yaşında.” dedi Burcu sesi titreyerek. “Çiğdem’in üvey babası bir oğlu olduğunu bilmiyor. Çiğdem de öyle.”
Doğurdun mu?” diye sordu Deniz, kavgalı olduklarını unutarak. “Canım…” İçten bir şekilde sarıldılar.
Çiğdem bilmiyordu dedin…” dedi Ağca.
Lütfen kesmeyin, çünkü susarsam eğer bir daha bu cesareti bulamam. Her neyse, öğrenci değişim programına kaydolup Avrupa’ya gittim. Orada doğdu; ama buraya getirdim. İngiltere’de bir Türk ailenin yanına yerleştirildi. Onu o gün bugündür görmedim. Ama Refika haklıydı. Hayatımda birçok pişmanlığım oldu; ama onu doğurduğum için asla pişman olmadım.” Deniz’e döndü. “Çocuğunu büyütebileceğin için ne kadar şanslı olduğunu bilemezsin. Bakın benim hiçbir zaman ailem olmadı. Kim olduklarını on yedi sene boyunca öğrenemedim. Çok sonraları, Çiğdem’in üvey babası Hikmet’in sayesinde buldum onları. Bu bana hayatın ne olduğunu öğretti.”
Babam alkoliğin tekiymiş. Annemi hiç sevmezmiş; ona iki kız doğurdu diye. Evet, bir ablam olduğunu on yedi sene sonra öğrendim. Ben bir yaşındayken, annem onu arsenikle mi siyanürle mi ne zehirlemiş. Mahkeme kayıtlarını gördüm, kızlarımı kurtarmak için yaptım diyor, pişman değilmiş. O sıralar idam cezası da olduğundan idam edilmiş. O kurtarmak için kendini feda ettiği kızlarınıysa ayırmışlar, beni İstanbul’a, ablamıysa Ankara’ya yerleştirmişler. Babamın ailesinden korumak için yapmışlar bunu, tüm bilgilerimizi falan değiştirmişler. Güya devletin gizlediği bu bilgileri Dikel o kadar kolay buldu ki, para ve forsun açamayacağı kapı yok gerçekten.”
Bu yüzden seninle çıkmak istedim işte. Kampusun en popüler öğrencilerindendin; bu şekilde ben de bir yer edinebilirdim. Ama inan değişti, değiştim, hem zaten Çiğdem’i bilseydim asla bu işe kalkışmazdım.”
Ablamı da buldum çok sonraları. Omuz omuza bir ömür geçirebilecekken ayrı düşürülmüş, birbirine yabancılaştırılmış iki kardeştik, konuşacak bir şey bulamadık. Ama çok güzeldi, yemyeşil gözleri, simsiyah saçları… Melek gibiydi. Aslında iyi ki tanımıyormuşum, çünkü gözümün önünde böylesine bir güzellik abidesi varken rahat bir ergenlik geçiremezdim. Yurttakilerin hepsi birbirinden aciz kızlardı.”
Anlatacağım bir şey daha var, ama içecek bir şeyler lazım. Biradan başka bir şey var mı?”
Votka var.” dedi Caner.
Ben getireyim,” dedi Eren ayağa kalkarak. Ağca kaskatı kesilmiş, tek ses çıkarmadan Burcu’yu izliyordu.
Teşekkür ederim. Konuşmaya başlarken de söylemiştim, bu dostluktan faydalanan tek kişi bendim. Ömrüm boyunca Çiğdem’i sömürdüm. Ah benim bahtsız; ama gönlü zengin dostum. Benimle karşılaşmasa belki onun için daha hayırlı olurdu. Şu kısacık ömrümde ona kötülük etmekten başka bir şey yapmadım ben. Yurttayken benim yüzümden kavga ederdi. Bugün öğrendiklerimden sonra onu bir tür kabir azabına mahkum ettiğimden emin oldum. Görebilseydim, bilebilseydim yapar mıydım sanıyorsun? Aranızdan çekilirdim, onun benim için yaptıklarından sonra bir erkek asla önemli olmazdı benim için. Ama o göremeyiş, o körlük şimdi bana nelere mal oldu baksanıza. Onlar erkek, beni anlamazlar Deniz. Ama sen anlarsın. Senin için aile, dost … her şey demek olan biriyle aptal bir kavga yüzünden küs olmanın ne demek olduğunu anlarsın. Ve şimdi bu küslük sonsuza dek sürecek.”
Yağmur bana hep oğlumu hatırlatır. Keşke, keşke onu bırakmak zorunda olmasaydım. Ama onunla dönemezdim, buna inanmıştım. İnanmaz olaydım, keşke onun için savaşsaydım. O zamanlar ben insanların sözlerini önemserdim. Ama değilmiş, zerre kadar önemli değilmiş. İnanın, insanların benim hakkında ne dediklerini sikimde sallamıyorum. Ama dün gece Ağca’nın dedikleri çok koydu bana. Beni anlayabilsin isterdim.”
Ama ben anlaşılmayı hak eden bir insan değilim. Kendi kokuşmuş postumu kurtarmak için en iyi arkadaşımı sattım. Bunu anlatmak ve bu yükten artık kurtulmak istiyorum; ama daha öncesinde bir ricam var.”
Bizi bu eve tıkan kim bilmiyorum. Ama bizi duyabildiğine eminim. Hatta, dördünüzden biri bile olabilir.” Bu noktada, kimse ona itiraz etmedi. Aslında itiraf edemeseler de, hepsi aynı şeyi düşünüyordu.
Ondan bir ricam var. Çiğdem gibi beni de öldüreceğini biliyorum. Acı çekmekten, ölmekten korkmuyorum. Yaşamak umurumda bile değil. Ben bir insanın belki de tüm ömrü boyunca yapacağı hataları yirmi seneye sığdırdım. Mutlu bir ömür sürmedim. Oğlumu doğurmaya yağmurlu bir günde karar vermiştim, yine yağmurlu bir günde doğdu; ama daha o gün elimden aldılar. Kaderin ne cilvesidir ki ailemin diğer üyesini, Çiğdem’i de yağmurlu bir günde kaybettim. O katile yalvarıyorum, lütfen beni yağmur dinmeden öldürsün. Ancak bu şekilde o ikisine gerçekten kavuşmuş olacağım.”
Rahatsız edici bir sessizlik oldu. “Ben geldim,” diye bağırdı Eren neşeyle, elindeki votkayı ve bardağı kaldırarak. “Bulmam biraz uzun sürdü ama elimden kurtulamadı bile.”
Burcu şişeyi aldıktan sonra “Bardağa gerek yok,” dedi. Yarı dolu şişeyi açtı ve dikleyerek koca bir yudum aldı.
Bu iyi geldi işte. Fazla uzatmayacağım, çünkü ne kadar kısa kesersem o kadar kolay olurdu. Çiğdem o çocukları öldürdüğünü sandı; ama yanılıyordu. Onları öldüren bendim. O, o gece o kadar çok içmişti ki arabada sızmış yatıyordu. Ama ben ona yalan söyledim, binayı kundaklayan sendin dedim, sırf yakalanmam halinde bir suç ortağım olsun diye. –Şişeden büyükçe bir yudum daha aldı- Ben o kadar pislik bir insanım işte. Bana inandı, güvendi. Bense o güveni kötüye kullanıp onu sonsuza dek sürecek bir vicdan azabına mahkum ettim.” Ayağa kalkıp Ağca’nın omuzlarını sıktı. “Sen haklıydın biliyor musun? Ben orospunun tekiyim. Cehennemin dibine gidersem…”
Birden sustu. Titreyen ellerini boğazına götürdü.
Ne oldu? Burcu? İyi misin?”
Nefes… alamıyorum… nefes…”


***
Burcu, ancak dünyadaki son dakikasını yaşamasına yetecek kadar nefesi kaldığının bilincindeydi. Gözleri kararmadan önce tüm zihnine oğlunu doldurmak ve her zerresi onunla dolu bir şekilde ölmek istiyordu.
Onu öylesine merak ediyordu ki… Bıraktığı aile oğlunu ona göstermediği için nasıl göründüğünü bilmiyordu; ama bunun oğlu için daha hayırlı olacağına inanıyordu. Ailenin ona iyi baktığından emindi ve o mutlu olduğu sürece Burcu acı çekmeye razıydı.
Terden saçları kafasına yapışmış, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Yanındaki hemşirenin bileklerine sımsıkı yapışmış, çığlık çığlığaydı. Elini tuttuğu insanın bir baba olmasını dilerdi; ama bu çocuğun bir babası yoktu. Görünüşe göre bir annesi de olmayacaktı.
Saatlerin hesabını çoktan şaşırmıştı. Doğum yavaş ve sancılı sürüyordu, Burcu’nun canı hiç olmadığı kadar yanıyordu. Hamileliği de kolay geçmemişti.
Manchester’a geldiğinde önündeki sekiz ayın kolay geçmeyeceğinin o da farkındaydı; ama bu denli zorunu beklemiyordu. Her şeyden önce, sıkıştığında ona arka çıkacak bir ailesi yoktu. Karnı büyümeye başladığında, yanlarına yerleştiği koyu Katolik aile onu sepetlemişti. İş bulabileceğini ummuştu; ancak acı gerçekle kısa sürede yüzleşti: Yalnız, genç ve gebe bir kadının hayatı, dünyanın her yerinde zordu.
Sonunda, çocuğunu verme karşılığında bir ailenin yanına yerleşmişti. Acı; ama gerçek. Hiç değilse bu şekilde ona iyi bir hayat sağlayabilirdi.
Pişman olması fazla uzun sürmeyecekti; ama artık çok geçti.
İnsanlar bağırıyordu; ama o hiçbirini duymuyordu. Yerin ayaklarının altından kaydığını hissetti. Sanki ağır çekimde oynatılıyormuşçasına, Ağca ileri atılarak onu tuttu. Bu dünyada gördüğü son kare Ağca’nın dehşet içindeki suratıydı.
Sonra birden ortalık gündüz gibi aydınlandı. Işığın ortasında oğlu ona doğru yürüyordu.
***
Ağca, kollarında Burcu’yla yere çöktü. Bağırmak, bir şeylere zarar vermek istiyordu. Hiçbir şey yapamamıştı. Şimdiyse, konuşmak bile çok anlamsız geliyordu. Sadece çömeldi ve öylece durdu.
Burcu’nun yemyeşil gözleri, daha önce olmadıkları kadar anlamsızdılar. Yüzünde bir tebessüm donup kalmıştı.
Onu bir yere götürmeliyim.” dedi donuk bir sesle. Ayağa kalktı. “Burada kalmasın. Çiğdem’in yanına götüreyim.” Bir robot gibi duygusuz hareketlerle yürüyerek misafir odasına gitti, onu yavaşça yatağa yatırdıktan sonra salona döndü.
Deniz koltuğa oturmuş, başını ellerinin arasına almış ağlıyordu. Eren, onun yanına oturmuş karşı duvara bakıyordu; Caner ise az önce Burcu’nun oturmakta olduğu koltukta oturmuş sessizce bekliyordu.
Onu yatırdım.”
Ben hiçbir şey anlamadım.” dedi Deniz. Normalde içlerinde en sakini oydu. Hatta Caner’i bile sakinleştirmeyi başarabilirdi; ama o da tüm metanetini kaybetmişti. “Nasıl oldu, bir anda…”
Eren ayağa kalktı ve Ağca’nın koluna girip onu koltuğa oturttu. Ağca, kelimenin tam anlamıyla, şoka girmişti. Düşünemiyordu bile.
Bir an önce sapasağlamdı, bir an sonraysa…”
Garip.” diye mırıldandı Caner. Gözüne sehpanın üzerindeki votka şişesi takıldı. Şişeyi eline aldı, burnuna götürüp kokladıktan sonra kaşlarını çattı.
Ne oldu?” diye sordu Deniz, Caner’e.
Bu kokuyor.”
Nasıl yani?” Yüzünü buruşturdu. “Votka kokmaz ki.”
Eğer votkaysa kokmaz evet.” Dudaklarını ısırdı. “Eğer votkaysa kokmaz.”
Ayağa kalktı ve hızla ileri koşarak o sırada koltuğa dönmekte olan Eren’in üstüne atlayıp onu yere yıktı.
N’oluyo ya?”
Caner hırsla Eren’in yüzüne sağ elini yumruk yapıp Eren’in yüzüne yapıştırdı. “Bir de sorma pezevenk herif seni.”
Caner Eren’in cevap vermesine fırsat bırakmadan vuruyor, Eren ise onu üzerinden atmaya çalışıyordu. En sonunda bir yolunu bulup ayağa kalkmaya başardı. “Ne yapıyorsun sen ya?” dedi nefes nefese. Sağ avucuyla burnundan akan kanı sildi.
O votkanın içine bir şey karıştırdın.” dedi Caner, o da ayağa kalkmıştı. Bir yumruk daha atmaya kalkınca Eren elini tuttu. “Saçmalama.”
Caner bir kez daha Eren’in üstüne atladığında bu sefer Eren de karşılık verdi ve ikisi yumruk yumruğa dövüşmeye başladılar.
Ağca sırtını onlara dönmüş, ilgilenmiyordu. Deniz ise durmaları için yalvarıyordu.
Caner Eren’in göğsüne sert bir yumruk attı. Eren, nefesi kesildiyse de, çabuk toparlandı, Caner’in bacağına bir tekme atıp onu yere düşürdükten sonra bütün hıncıyla yüzüne bastı.
**
Birkaç saat önce
Ya abi,” dedi Caner bir kahkaha patlatıp. “Manyağın biri uydurmuş bir şeyler, onun kurgularının üzerine konuşuyorsunuz. Yok 10’muş, 17’miş falan, ne bu ya? Ciddiye alıyor musunuz siz bunları Allah aşkına? Şu an ben aynı şekilde bin tane örnek bulurum.”
Bunu yapan dinle ilgiliymiş mesela. Ben de kimya biliyorum ve aklıma ilk gelen şey Helyum ile Neon. Kendileri ilk iki soygaz; H alfabenin onuncu N ise on yedinci harfi. Neon demişken, kendilerinin atom numarası ondur. Alın size bir seferde iki tane on – on yedi.”
Bunu mu ciddiye alıyorsunuz?” Cep telefonunu kaldırmış, gösteriyordu. Ekranda bir mesaj vardı, büyük harflerle 17,289 yazıyordu. “Çok mu korkutuyor sayılar? 1,7,2,8 ve 9’u toplayınca 27 etmesi sizi çok mu korkuttu? Neymiş, 10 ile 17’i toplayınca da 27 ediyormuş. Size daha korkutucu bir şey söyleyeyim o halde. Bu sayıyı 10’la çarpıp 17’ye bölün bakalım ne çıkıyor? Saçmalamayı kesin artık da şuradan kurtulmanın yolunu bulalım.
**
Deniz Caner’in yüzüne tentürdiyot sürerken “Rahat dur,” dedi. “Ah, senin zorun neydi anlamıyorum ki?”
Burnun kırılmadığı için şanslısın,”Şu an Caner’le kavga etmek istemiyordu, çünkü kavga ederlerse hoş şeyler söylemeyecekti. Kanı temizlemeye devam etti.
Elinde kesin kanıtlar olmadan öyle saldırmamalıydın.”
Ne yapsaydım? Bıraksaydım da başkalarını da mı öldürseydi?”
Bilemezsin.” diye fısıldadı Deniz. “Ağca da olabilir.”
O zaman Ağca’yı da benzetirim.”
Korkuyorum… En başında bunun bir tür oyun olduğunu düşünüyordum; ama her şey o kadar hızlı gelişti ki… Önce Çiğdem, sonra Burcu… Korkuyorum Caner, çok korkuyorum. Ölenlerin hep kız olduğunu görüyorsun. Sıra bende.”
Saçmala bebeğim, sana bir şey olmayacak.” Yüzünü okşadı. “Buna izin vermeyeceğim.” Uzanıp öptü.
***
Eren, Caner ve Ağca’nın arasında oturdu. Dışarıda köpekler havlıyordu, Caner onların Fırat’ı aradıklarını biliyor ve bulamamalarını umuyordu. Çok korkuyordu.
Merak etme,” dedi Eren yumuşak bir sesle. Elini Ağca’nın bacağının üstüne koymuştu. “Onu bulacaklar.”
Caner büyüklerin konuşmalarını duyuyor, yaptığı işin ağırlığının altında bir kez daha eziliyordu. Evet, Fırat’a bir şey yapmamıştı, o değildi; ama derdini polise anlatabileceğini hiç sanmıyordu.
Yavaşça Ağca’ya baktı. Göz göze geldiler. Gözlerini kaçırdı.
***
Sağ eliyle Deniz’in belini kavradı. O an ikisi de, o korkunç gecenin içindeki bu kısacık mutluluğun  sonsuza dek sürmesini diliyordu.
Sevişirken hiç konuşmadılar. Bu, onlar için cinsellikten öte bir büyü ritüeli, bir arınma töreniydi. Caner’in bedeninin parfüme ve tere karışmış adrenalin dolu kokusu Deniz için hiç böylesine anlamlı olmamıştı.
Kendini güvende hissettiği bu kollardan hiç ayrılmamak istiyordu.
Caner, Deniz’e onu bağrından içeri sokmak istercesine güçlü sarılıyordu.
İkisi de asla ayrılmamak, belki de bir bedende var olmak istiyorlardı.
***


Eren usulca yere bakıyordu. Birinin kapıyı açtığını görünce başını kaldırdı. Ağca’ydı. Ağca hiçbir şey söylemeden içeri girdi, yine aynı sessizlikle küçük odanın kapısını kilitledi.
Ağca hiç ses çıkarmadan Eren’in yanına oturdu. Elindeki ilk yardım çantasını kucağına açtı; pamuk, tentürdiyot, gazlı bez… çıkartıp Eren’in yaralarını silmeye başladı.
Bir süre konuşmadılar.
Caner’e inanmıyorsun, değil mi?”
Kime inanacağımı bilmiyorum.”
Bunu ben yapmadım.”
Herkes öyle söylüyor.”
Ben sana güveniyorum, Ağca. Sen de bana güvenmelisin.”
Dedim ya, kime güveneceğimi bilmiyorum.”
Senin güvenini kazanmak için ne yapabilirim?”
Bilmem, anlat mesela.”
Peki. Ailemden başlayayım. Annemi gördüğümde dört yaşımda falandım. Dehşete düşmüştüm. Annemi öyle bir durumda yakaladığım için değil, sonuçta tam olarak algılayabilecek yaşta değildim. Ama sonrasındaki süreç, benim bile rahatça algılayabileceğim kadar açıktı: Ailem dağılıyordu ve ben bunun için kendimi sorumlu tuttum o yaşta.”
Annemin günahını üstlenerek belki de çocuk aklımla evliliklerini kurtarmaya çalışıyordum bilmiyorum. Boşandıklarında bana olan sevgilerini kullanacak kadar yüzsüzleştim. İş artık öyle bir noktaya gelmişti ki ikisi de tekrar evlenmeyi dileyecek duruma geldiler; çünkü onlara sürekli diğerinin bana ne kadar iyi davrandığını falan anlatıyordum. Onlar da haklı olarak beni “düşmana” kaptırmamak için tekrar birleştiler.”
Annem ilişkilerini kesmedi, çünkü onlarınki kağıt üzerinde bir evlilikti. Birkaç yıl sonra, babam öldü. Annemden iyice nefret eder hale gelmiştim, sürekli kavga ediyorduk falan. Asla doğru düzgün bir ilişkimiz olmadı; ama bunu önemsemiyorum biliyor musun? Umurumda bile değil.”
Kendimi müziğe verdim; gitar çaldım, piyano çaldım. Eğer müzik olmasaydı Ağca, bil ki ben ölmüştüm.”
Bak, yemin ederim, ben değilim, lütfen bana güven.”
Kim o zaman?”
Bir fikrim var.” Eren ayağa kalktı ve odanın ortasındaki, üstü kitaplarla dolu masaya ilerledi.
Bu masadaki kitapların bazılarını ben getirdim içeriden, bazıları zaten bu odadaydı. Hepsi dinle ilgili. Sadece bugünkü dinler değil, pagan dinleriyle ilgili şeyler de var. Bugün bizim mitoloji dediğimiz şey de zamanında bir dindi, değil mi? Doğu dinleriyle ilgili bir kitap var. ”
Duvardaki posterlere bak.” dedi Eren, eliyle üç tane posteri işaret ederek. İlkinde birbirine kenetlenmiş çırılçıplak bir adam ve kadın vardı. İkincisinde birbirine sarılmış bir çift ağaç, üçündeyse vücudundan kanlar akan bir adam resmedilmişti. “Salmakis ile Hermaphrodithos, Philemon ile Baukis ve sonuncusu da Adonis. Hepsi mitolojik aşklar.”
Tahminimi söylemeden önce, sana bir şey soracağım. Tavana “X” işareti çizdiğinde, boyayı nereden buldun?”
Caner’e boyayı banyoda bulacağına dair bir mesaj geldi.”
Tahmin ettiğim gibi. Sence de bu olayda kullanılacak her şeyin bu evde bulunuyor olması saçma değil mi? Kitaplar, posterler, boya… Katil Deniz ya da Caner’den başkası olamaz.”
Evde boya yok demişlerdi.”
Demek ki birinin haberi yok, diğeri de yalan söylemiş.”
Ağca başının döndüğünü hissedince bir yerden destek alma ihtiyacı hissederek Eren’in bileklerini sıktı.
Caner ve Deniz’i yıllardır tanıyorum. Bu olamaz.”
Her şey ortada ama.”
Şimdi neredeler?”
Yatak odasındalar.”
O halde,” dedi Ağca yutkunarak. “Biri katille yalnız… Ve saat…”
On bir’e beş var.”
Ağca hızla ayağa kalktı ve kapıya hamle etti. “Dur!” dedi Eren. “Çok tehlikeli.”
Olmaz,” dedi başını sallayarak. “Hayatlarını riske atamam.”
“Tamam, bari böyle gitme.” Etrafa şöyle bir göz atınca köşedeki eski elektrik süpürgesini gördü. Biraz uğraştıktan sonra metal boruyu söküp Ağca’ya verdi.


***


Neden geldin?” diye tısladı Eren, annesine. “Utanmıyor musun? Onu sen öldürdün!”
Annesi duymamış gibi yaparak ilerledi ve mezarın başına geldi. Elindeki buketi koymak üzere eğildi.
SAKIN!” diye bağırdı Eren. “Babamın senin çiçeğine ihtiyacı yok. Sevgilin falan yok mu senin, onunla kırıştırmaya gitsene.”
Babanı ben öldürmedim.”
DEFOL!”
Nasıl istersen…” dedi annesi duygusuz bir sesle. “Ama istediğin kadar çırpın, önümüzdeki altı seneyi benimle geçireceksin.”


***


Ağca elindeki boruyu bir kılıç gibi tutarak, temkinle ilerlemeye başladı. Eren ise arkayı kontrol ederek onu takip ediyordu.
Derin bir nefes aldı ve yatak odasının kapısını açtı.
***
Adam delirmiş gibi gibiydi, yüzü hiddetle kıpkırmızı kesilmiş, bağırıyordu: “KIZLARINDAN DA SENDEN DE BIKTIM!”
Onlar senin de kızların,” dedi kadın. Altı yaşlarında bir kız, kucağında bir bebekle, bir köşeye sinmiş, anne babasını izliyordu.
Hele sen bir bekle, hele bir bekle. Sıdıka’yla bir evleneyim de.”
Allah senin de, o Sıdıka kaltağının doğuracağı çocukların da belasını versin.”
Adam kadını hızlı bir tokat atarak onu yere yıktıktan sonra kadının karnına bir tekme savurdu. “Kapat çeneni domuz karı! Senin doğurduklarını da gördük.”
Anne!”
Adam kıza doğru hamle edince, kadın ayağa kalktı.
***


Caner yatağın üstünde çırılçıplak, sırt üstü yatıyordu. Döşeme kandan kıpkırmızıydı.
Ağca yere oturdu.
Tamam,” diye fısıldadı Eren omuzlarını kavrayarak. “Ayağa kalk.”
Öldü.”
Lütfen, burada durmayalım, gel.”
O nerede? Deniz nerede?”
Burada değil. Gel, onu bulmamız lazım. Burada durmayalım, lütfen.”
Ağca ayağa kalktı. O, sessiz sedasız, dikilirken Eren Deniz içeride mi diye dolaplara baktı. Yoktu. Aramaya başladılar.
Küçük odada, misafir odasında, salonda, mutfakta, banyoda da yoktu. Deniz evde değildi.
Salona geçtiler.
Caner öldü.” diye fısıldadı Ağca. Eren’in hemen yanına oturdu. “Bütün ömrümü onunla geçirdim ve ağlayamıyorum bile. Bu gece o kadar ölüm gördüm ki; artık şaşıramıyorum bile.”
Deniz’e bir şey anlatmış olmalı.”
Ne?”
“Caner, Deniz’e bir şey anlatmış olmalı. Bütün sırlarını tüketmiş olmalı, yoksa ölmezdi. Çiğdem ve Burcu; ancak bütün sırlarını anlattıktan sonra öldüler. Caner hâlâ bir şeyler saklasa ölmezdi.”
Yani,” dedi Ağca. “senin anlatmadığın bir şeyler var.”
Eren başını salladı. “Senin de…”
Ağca başını salladı.
Eren derin bir nefes aldı. “Eh, madem artık yolun sonuna geldik. Bunları saklamanın bir mantığı kalmadı.”
Bir nefes daha aldı.
Annemi gördükten sonra hiçbir şey aynı olmadı. Babamın onun için yaptıklarına rağmen öyle davranmıştı… İnsanlara; ama özellikle kadınlara olan güvenimi kaybettim.”
Ben aptal değilim, Ağca.” Sesi titriyordu, gözünde yaşlar vardı. “Burcu’ya aşık olmadığını biliyorum. Onun da sana aşık olmadığını öğrendiğinde o kadar tepki vermenin sebebi egondu. Sen ona aşık olmasan da sana aşık birinin varlığı seni gururlandırmıştı.”
Sen de benim gibisin Ağca. Burcu’yla çıktın, çünkü anlaşılsın istemiyordun.”
Ağca cevap vermedi.
Bunca zaman sustum; çünkü ben bile yeterli cesareti bulamazken sizin işinize burnumu sokmak istemedim. Ama dedim ya, artık yolun sonuna geldik ve ben bunu yapmadan ölmek istemiyorum.”
Uzandı ve Ağca’yı öptü.
***
Tüm bu olay bittikten sonra,” diye fısıldadı Eren, nefes nefese. “Bir ihtimalimiz olabilir mi?”
Ağca başını salladı. “Her şey çok üst üste geldi. Şimdi bunları konuşmayalım.”
Eren Ağca’ya sarıldı. Birbirlerinin sıcaklığını hissettiler.
Dudakları bir kez daha birbirine değdiğinde, acı bir silah sesi duyuldu.
***
Allah’ım!”
Ağca’nın elleri birden Eren’in kanıyla kırmızıya bulandı. Sağ şakağından giren mermi sol taraftan çıkmıştı.
Midesi bulanıyordu.
Eren hâlâ Ağca'ya bakıyordu.
Gülümsemesi gözlerinde donmuştu.
Aslında düşünecek fazla zamanı yoktu o anda. Sadece tüm bu iş bittiği için mutluydu. Kurtuluşa nasıl ereceğini şimdi anlıyordu.
Ölmek kurtulmak demekti.
Şimdi bile bu denli mutluysa, ölünce nasıl olacaktı kim bilir?
Ağca’ya baktı. Gözlerinin içinde kendi yansımasını gördü.
O gözlerde korkuyu gördü.
Birazcık takati kalmış olsa son saniyesini ona korkmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlatarak geçirirdi.
Ağca ölmeyecekti.
Eğer bu yapılanların bir anlamı varsa, ölmemeliydi. Bir o kurtulacaktı, anlatabilmek için.
Biri kurtulmalıydı.
Şimdi, Eren’in ışığı beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Biliyordu, babası o ışık huzmesinin içinde, onu almak için gelecekti.
Tüm hayatı boyunca bu anı beklemişti zaten. Ve, o an gelmişti işte.
***
Ağca, Eren’in cesedini kucağına aldı ve koşmaya başladı.
Deniz hareket etmiyordu, doğrulttuğu tabancasını indirmemişti bile. “Git,” diye seslendi Ağca’nın arkasından. “Ama saat geldiğinde, kendin geleceksin. Herkesin yaptığı gibi tıpkı… Yüzleşmen bittiğinde zafer senin için olacak. Biz burada olacağız.”
Ağca dinlemedi ve karşısına çıkan ilk odadan içeri girdi ve kapıyı kilitledikten sonra yere çöktü.
Burası misafir odasıydı.
Yatağın üzerinde iki ceset vardı. Ağca Eren’i de kızların yanına yatırdı.
Ne kadar yorulduğunu hissetti. Artık bitsin istiyordu, kurtulmak istiyordu.
Ama bitmeyeceğini biliyordu.
Çiğdem’e baktı. Bedeni soğumaya devam ediyordu. Burcu’nunki de öyle. Eren’in daha birkaç dakika önce atan kalbiyse şimdi bir taş gibi hareketsizdi.
Caner’i kurtaramamıştı bile.
Bırakmak zorunda kalmıştı.
Ağca, dostlarına bakıyor ve onların yerinde olmak istediğini düşünüyordu. Hiçbiri onun kadar günahkar değildi.
Hiçbiri…
Sevmekten başka hiçbir şey yapmamıştı onlar. Arkadaştılar, anneydiler, sevgiliydiler, evlattılar… Ya o neydi? Kardeş.
Onu bile yapamamıştı.
On senedir onu düşünmediği bir gün bile yoktu.
Fırat, kardeşi ölmeyi hak edecek ne yapmıştı?
Bunu Caner’le hiç konuşmamışlardı. Sanki o gün hiç yaşanmamış, Fırat hiç ölmemiş, öldürülmemişti.
Ama geçmişi silemeyeceğini biliyordu.
***
Elindeki bavulu yere koyup açtı. Fırat içindeydi. On yaşındaki bir çocuk ne kadar büyükse o da o kadardı. Bavula sığması zor olmamıştı.
Ağca kardeşini bavuldan çıkardıktan sonra onu çukura attı. Yerde duran küreği aldı ve çukura toprak atmaya başladı.
Hiçbir şey hissetmemesi ona tuhaf geliyordu.
Bu hissizliği, kendisinin geliştirdiği bir tür savunma mekanizmasıydı belki de. Bilmiyordu.
Ömrünün sonuna dek bilemeyecekti.
Atılan her toprakla kendi çocukluğunu da gömüyordu aynı zamanda.
O an doya doya, kana kana, katıla katıla ağlamak istedi.
Ağlayamayadı.
Ömrünün sonuna dek, bir daha ağlayamayacaktı.
***
İşte o ömrün sonunun yaklaştığının bilincindeydi. Belki onu da bu yatağa yatırırdı Deniz. Eren’in soluna yatardı, Caner de onun soluna yatardı.
Eren’in yanına uzandı ve düşündü.
Birbirlerinden gizlediklerinin, söyledikleri yalanların onları bu noktaya getirdiğine inanamıyordu.
Acaba, en başından dürüst olmuş olsalar…
Böyle olur muydu?
Gözünü kapattı.
Söyleyebileceği şeyler vardı, o an.
Pişmanlıklarını, utançlarını, mutluluklarını, üzüntülerini, kendini, dostlarını anlatabilir; şu son dakikalarını mükemmel bir ağıda çevirebilirdi.
Ama gerek yoktu.
Eren’in kulağına fısıldadı: “Arkamızda hep yarım şarkılar bıraktık.
Nefes alırken Fırat’ın da o odada, onunla birlikte olduğunu biliyordu. “Özür dilerim.”
Ağlamaya başladı. “Özür dilerim.”
Yatakta uzanmış yatarken doya doya, kana kana, katıla katıla giden bir ömür için ağladı.
Ayağa kalktı sonra. Kilitteki anahtarı sola çevirerek kapıyı açtı.
***


İçeri girdiğinde, Deniz berjerde oturuyordu. Hiçbir şey söylemeden, karşısına oturdu. “Hoş geldin.” dedi Deniz.
Bir süre bakıştılar. İkisi de konuşmadılar.
Ağca konuşmak istiyordu; ama ne demesi gerektiğini bulamıyor, belki de doğru kelimeleri bilmiyordu.
Boğazını temizledi.
Bulmuştu.
Öyle fazla düşünmeye, süslü cümleler kurmaya gerek yoktu. Fısıldadı. Konuşmaya gücü kalmamıştı.
Neden?”
Efendim?”
Neden yaptın?”
Deniz acı dolu bir ifadeyle gülümsedi. “Ben değildim.”
Eren’i gözümün önünde öldürdün.”
Göz yanılabilir.”
Anlamıyorum. Sen değilsen, kimdi?”
Arkasından, bir ses duydu.
Bendim.”
***


İki saat önce
Birbirlerine sarılmış, yatıyorlardı. Caner Deniz’in çıplak omzuna bir öpücük kondurdu. Deniz’in gözünden yuvarlanan bir damla yaş çarşafa düştü.
Ne oldu?”
Korkuyorum, Caner. Sıranın bende olduğunu biliyorum.”
Hayır, hayır biriciğim. Benim yanımdayken sana hiçbir şey olmayacak.”
Deniz yaşlı gözlerle pencereye bakıyordu. Sesinin güçlü çıktığını umarak, “Sana güvenmekle hata etmediğimi biliyorum. Gamze konusunda. Yine olsa, yine güvenirim.”
“Şimdi, lütfen bana dürüst ol. O sensin, değil mi?”
Caner itiraz etmedi.
Evet, benim.”
“Öyleyse sıra bende…” dedi Deniz. Gözü başucundaki dijital saate takıldı. On bire on dört dakika kalmıştı.
“Hayır, bende.”
“Ne?” Arkasını döndü. Caner dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu.
"“Bana güveniyorsun değil mi? O zaman lütfen daha fazla soru sorma. Çünkü daha fazlasını anlatırsam kendimi gerçekten öldürmem gerekecek.”
“Ama benim sırrım yok ki.”
***
Deniz’e anlatarak ben sırrımdan vazgeçmiş oluyordum, anlıyor musun? O yüzden ölmeliydim.”
Ama ölmedin…”
“Evet, çünkü kendimi ölü, Deniz’iyse katil gibi gösterdim, böylece ikimizin yeni bir sırrı oldu.”
“Bunu umursayacağımı sanmıştım. Öğrendiğimde yani. Ama umursamıyorum.”
Çünkü üzerindeki tüm yükten kurtuldun. Çiğdem bu yüzden bağırmadı, Burcu da bu yüzden ölmek istedi.”
“Sırrını anlatanı öldürüyorsun yani.”
Yanlış,” diye düzeltti Caner. “Sırtındaki yükü atanı kurtarıyorum. Anlamıyor musun, tüm o günahlarınızı itiraf ettiniz ve o günahların bedelini ödediniz. Bedeli bu dünyada ödeyerek, azaptan kurtuldunuz.”
Manyaksın sen. Eskiden böyle değildin, ne oldu sana?”
Pişman oldum. Tüm yaptıklarımdan pişman oldum. Sizleri kurtarmak benim görevim, anlamıyor musun?”
Senin tedaviye ihtiyacın var. Her neyse, beni de kurtarmayacak mısın?”
Kurtaracağım tabi.” Saatine baktı. “On dakika zamanımız var. Sormak istediğin bir şey yok mu?”
Bak, yapma sebebini saçma bulduğumu söyleyeyim. Ama, biliyor musun, gerçekten faydası oldu. Fırat şu an yanımda, hissediyorum bunu. Ve bana destek veriyor. Beni affetti.”
Bir şeyler yapabildiğime sevindim.”
Nasıl yaptın? Yani pencereler, kapı, ruh çağırma, telefonlar, boyalar… Sadece bunu merak ediyorum.”
Hepsi mekanik veya elektronik düzenekler. Boyalara gelince, başından beri küçük odadaki kanepenin altındaydı. Deniz’in haberi yoktu tabi. Gerçi Burcu’ya sorsanız size söylerdi.”
Benim de merak ettiğim bir şey var.” dedi Deniz. Olayları kolay kabullenmiş görünüyordu; oysa Caner ona da bir açıklama yapmamıştı. O da o an, Ağca’yla birlikte öğrenmişti.
Nasıl öğrendin her şeyi?”
Şey, Fırat’ı zaten başından beri biliyordum. O yüzden en başından Ağca’yı sıkıştırmaya başladım. Çiğdem ve Burcu, yatak odasında yetimhane hakkında konuştular, ben de kapıdan duydum. Eren’e gelince, pek bir şey bilmiyordum onunla ilgili. O yüzden ona mesaj atma olanağım olmadı. Siz ikiniz kanepenin üzerinde sevişene kadar da öğrenemedim zaten. O koltuğu bir daha kullanamayacağım ne yazık ki.”
Şimdi, zamanın dolduğuna göre, başlayalım.”
***
Caner teker teker gömleğinin düğmelerini çözerken Ağca hiçbir şey söylemedi. Caner ellerini çıplak göğüste bir süre gezdirdi. Derin bir nefes aldıktan sonra elindeki bıçakla Ağca’nın göğsünde büyük bir delik açtı.
Ağca acıyı hissetmiyordu. Tüm benliğiyle geçmişteydi o an. Fırat’ın doğduğu günü seçmişti düşünmek için. Üç yaşındaydı; ama dün gibi hatırlıyordu.
Nasıl da kıskanmıştı.
Az kalmıştı… Fırat onu almaya gelecekti birazdan.
Deniz ellerini ağzına götürürken Caner kasları yararak yarayı genişletmek için bıçağını ileri geri oynattı.
Ağca dostuna bakarken gülümsüyordu.
Caner hâlâ atmakta olan kalpten bir parça kopardıktan sonra bu parçayı ikiye böldü.
Bir parçayı Deniz’e uzattı.
Hepimizin günahları senin sayende affedilecek.” diye fısıldadı Ağca’ya. “Çektiğin acı için üzgünüm.”
Fırat’ın gelmesini bekliyorum.”
Deniz dudakları akan kanı hissederek eti zorlukla yuttu. Et boğazından kayarken diliyle dudaklarını temizledi.
Caner üç cesedi de salona taşıdıktan ne kadar ahşap eşya varsa onları salona yığdı. Benzin döküp yakmadan önce, bir testereyle dördünü de rasgele parçalara böldü.
Eğer kimin öldüğünü bilmezlerse; kimin peşine düşeceklerini de bilmezlerdi.


***


Neden?”
Size anlatabilmek için.” diye cevap verdi Deniz. “Herkesin içinden bir ben kurtuldum.”
Annem de mi?” dedi oğlan.
Annen de… Ah, öyle güzeldi ki annen. Benden daha güzeldi Burcu, kıskanırdım onu. Ama seni görse öyle gurur duyardı ki. Baksana, kocaman adam oldun. Bugün on yedinci yaş günün.”
Gerçi Selen de o sırada yanımdaydı, değil mi canım? Karnımda uyuyordu?” Kız kıkırdadı. “Annen benden seni bulmamı ve göz kulak olmamı istemişti. O geceden sağ çıkamayacağını biliyor gibiydi. Ama seni çok seviyordu canım, inan bana bu böyle. İşte bu yüzden İngiltere’ye geldik. Senin için.”
“Ben geldim,” dedi Caner içeri girip. Elindeki bir paket pasta vardı.
Ah, sonunda,” dedi Deniz gülümseyerek. “Misafirler neredeyse gelecekler.”
Duvardaki takvim Ekim ayının on yedisini gösteriyordu.




SON